Akil Abbas

Adı Konamayan Katil


Скачать книгу

p>Akil Abbas

      Adı Konamayan Katil

      ADI KONAMAYAN KATİL

      Kasabın henüz boğazladığı koyun gibi hırıldıyor, topukları ile toprağı eşiyor ve yıldırım çarpmış biri nasıl kıvranıyor ise, o da öyle kıvranıyor ve neler olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Görünen o ki, anlamaya vakti de olmayacaktı; çünkü ömrünün son anlarını yaşıyordu. İlk anda yıldırım sandığı kurşun sağ omzunu parçalamıştı. Yarasından buhar çıkararak akan kanına barut kokusunun da sinmesiyle garip bir koku oluşmuştu. Ancak bu garip kokuyu duyacak halde değildi.

      Zorlukla da olsa gözlerini açmak istedi, kanı, yüzüne gözüne bulaştığından dolayı kirpiklerini güçlükle aralayabildi; ancak hiçbir şeyi net göremedi. Ağaçların arasından süzülerek inen güneş ışığının karşısını bir şeyler kesmişti. Yıldırım sandığı ani patlamadan kaynaklanan panikten biraz olsun kurtulup yavaş yavaş kendine gelmeye başlıyordu. Şaşkınlıktan kurtulunca yıldırım falan çarpmadığını, birilerinin o vurduğunu anladı. Elini silahına götürmek istedi; ancak kolu onu tınmadı bile. Vücudunun bir tarafı yok gibi idi. Üzerinde küçücük buhar çizgilerinin oluşturduğu kanın ve barutun kokusunu da yeni yeni duymaya başlıyordu. Alnına dayanmış tüfeğin henüz soğumayan sıcak namlusunu da hissetti. Aklı başına geldikçe gözlerini biraz daha aralayabildi ve ağaçların arasından süzülen ışığın önünü kesen birileri değil, Azrail’di. Göğsünün üzerine çıkıp öylece oturmuştu. Azrail, canını hemen almıyor, öldüğünü anlayamamanın mutluluğunu yaşatmayı hiç mi hiç istemiyordu. Azrail, bu ıstıraplı ölümü ona yaşatmaktan sanki bir tür zevk alıyor gibiydi.

      Ancak göğsünün üzerinde oturan bu Azrail, Tanrı’nın, insanların kalbinde adını tarifi imkânsız bir korku duygusuyla taşıdığı meleğe asla benzemiyordu. Ne elinde bir elma vardı, ne de kılıç. Görünüş itibari ile yalnızca bir insandı; yüzünden düşenin bin parça olduğu bir insan. İşte bu adam silahın namlusunu onun alnına dayamıştı, ancak tetiği çekmiyordu. Avının ölüm öncesi çektiği azabı, ıstırabı seyrederek, kalbinde ona duyduğu hiddetin hararetini soğutuyordu.

      Ancak kana bulaşmış hâlde çabalayan avını, azap duya duya son anına kadar seyretmeğe gücü yetmedi. Kusacak gibi oldu ve çıkarmamak için kendine zorlukla hâkim oldu. Artık tahammül edemediğini anlayınca da namluyu avının alnından önce göğsüne doğru indirdi. Sonra da erkeklerin bazen suçladığı, bazen de övündüğü apış arasına yönelterek tetiğe bastı.

* * *

      Kan kokusunu duyan bir sürü çakal nefes nefese koşup gelerek cesedin etrafında hırlayarak dönüyordu. Burunlarına gelen barut kokusunun yarattığı korku sebebiyle henüz cesede dokunamıyorlardı. Barut kokusu dağıldıkça çakallar ürkek ürkek cesedi çekiştirmeğe başladılar. Kopardıkları her pay için birbirine hırlıyor, bazen de boğuşuyorlardı. Eğer askerleri bina yapımından getiren araba biraz daha geç gelmiş olsaydı cesedi parça parça edeceklerdi. Ancak aniden arabanın ortaya çıkması, çakalları şimdiye kadar ömürlerinde tatmadıkları lezzetli bir yemekten mahrum etti.

      Şoför yolun ortasındaki cipi görür görmez tanıdı ve arabasını hemen durdurdu. Yaptığı acı frenin sesini duyan çakallar bir an için başlarını kaldırıp gelen arabaya doğru baktılar; ancak önce hiçbir şeyi önemsemediler. Önde oturan subay hemen kapıyı açarak yere indi ve cipe doğru koştu. Hem koşuyor hem de çakalları korkutup kaçırmak için havaya kurşun sıkıyordu. Kurşun sesini duyan çakallar viyaklaya viyaklaya kendi dillerinde koşan subaya küfür edip, ortaya çıkmasından hiç de memnun olmadıklarını hissettirerek sağa sola koşuşup dağıldılar. Subay, çakalların parçaladığı cesedi görür görmez donup kaldı…

* * *

      Güneş de sıcak sebebiyle yakasını açtığından, gökten ateş yağmıyor, adeta boca ediyordu. Bazı kimseler gökten yağan bu alevsiz, dumansız ateşten korunmak için ağaçların gölgesine sığınmış, gömleklerini bükerek yastık yapmış uyukluyordu. Üç dört kişi de başka bir ağacın altında iskambil oynuyordu. O ise dört beş askerle yemek yiyordu. Daha doğrusu yemiyor, karşısındaki boş kâsesini elindeki kaşıkla adeta didikliyordu.

      Tabiri caizse itten de beter yorulmuştu. Onu yoran ne iş-güç, ne de çektiği sıkıntılardı. Asker arkadaşlarının yumuşak başlılığı, komutanların havale ettiği en iğrenç işleri bile yapmaya hazır olmaları, söylenenleri yapmaları idi. Ne zamandan beridir o da arkadaşları gibi komutanının yapmasını istediği ve askerlikle asla ilgisi olmayan iğrenç işleri itiraz etmeden yerine getiriyordu. Ancak bu tür emirler, içinde isyan dalgaları uyandırıyordu. Şimdilik bu isyanını kimselere açmasa da bazen söyleniyordu. Söylendiğinde de asker arkadaşları arasında kendini destekleyecek kimseleri bulmaya çalışıyordu; ancak bulamıyordu. Hatta asker arkadaşları uğradıkları hakaretten dolayı rahatsız olmak bir tarafa, kendilerini mesut ve bahtiyar kabul ediyorlardı.

      Taburları diğerlerinden farklı idi. Birliğe yalnızca yatmaya geliyor, ne talim yapıyor ne de nöbete veya devriyeye gidiyorlardı. Cumartesi ve Pazar günleri de her öğlenden sonra kafa çekiyorlardı. Hatta telefonla çağırdıkları taksilere dolup şehre zamparalığa da gidiyorlardı. Askerî birlikteki diğer askerler bu tabura “bahtiyarlar taburu” adını takmışlardı. Ancak bu tabur onun gözünde aşağılanmış kimselerin askerlik yaptığı tabur idi. Hatta burada askerlik yapan arkadaşlarının babaları, çocuklarının bu tabura düşmesi için rüşvet bile verdiğini biliyordu.

      Aslında aldığı doktora tezi için burada çok güzel bilgiler mevcuttu; ancak tezi onu pek ilgilendirmiyordu. Okulu pekiyi derece ile bitirenlere verilen kırmızı renkli diplomadan da, hevesle başladığı tezinden de, asker arkadaşlarından da iğrenmişti.

      Artık sevgilisine mektup yazmaktan da iğrenir hâle gelmişti. Sahi, ona ne yazacaktı…!

      Felsefe hocası sürekli olarak, “sabır bir dağdır, üzerine-üzerine geldiğinde ona engel olabilsen, durdurabilsen zirvesine tırmanabilirsin; ancak kendine hâkim olamasan o dağ altına alıp seni ezer” diyordu. Tanrı’nın, yarattıklarının yaptıklarından bıkıp, insanlığı kurtarmak için yolladığı en sonuncu ilahî kitabı, Kur’an-ı Kerim’i de okumuştu. Sabırla ilgili onlarla hadisi de biliyordu. Öğrencilik yıllarında problemler karşısında bocalayan arkadaşlarına kendisi sabır ve tahammül aşılıyordu.

      Kaç aydır katlanıyor, sabrediyordu; ancak bildiği hadisler de ona yardımcı olamıyor, sabrı onu dağın zirvesine taşıyamıyor, aksine altına alıp eze eze suyunu çıkarıyordu. Artık sabretmekten de yorulmuş, iğrenmişti.

      Öylesine yorulmuştu ki, önündeki tabaktaki borş çorbasını bile yudumlamaya eriniyor, didikleyip duruyordu.

      Çocukken en çok sevdiği yemek borş idi, hele kırmızı pancar ve koyun eti ile pişirilen, borş, ohh beee..! Evlerinde hiç borş pişirilmezdi; çünkü onu Rus yemeği olarak kabul ediyorlardı. Bu yemeği, geleneksel yemekleri olmadığından dolayı pişirmezlerdi. Sonra aile üyeleri içinde ondan başka kimse borşa ilgi duymadığından, pişirmesini öğrenmek için bile heves göstermemişlerdi. Borşu, bir defasında Bakü’ye yarışmalara katılmak için gittiklerinde yemişti. Öğretmenleri onları ucuz yemekhanelere götürerek zorla borş yediriyor, “borş hem faydalı, hem de vücudu soğuğa karşı koruyor” diyordu. İlk defa ucuz yemekhanelerde yediği borşu, doğrusunu söylemek gerekirse çok sevmişti.

      Canı sık sık borş çekiyordu. Anası da o zaman, “yavrum bu Urus yemeğini teyzen güzel pişiriyor git onlarda ye” diyordu.

      Teyzesi, Rusya’da uzun müddet kaldığından dolayı gerçekten de güzel borş pişiriyordu, sonra onun kayınvalidesi de Bakülü idi. Bakülü olmak Rus olmak anlamında değildi; ancak onlar bu yemeği pişirmeği Ruslardan öğrenmişlerdi.

      Teyzesi de onun borşu çok sevdiğini biliyor ve yeğeni için bazen bu yemeği pişirir sonra da gelip yemesi için haber yollardı. O da sevine sevine teyzelerine borş yemeğe giderdi. Sokrat’ın, “ben yemek için değil, yaşamak için yiyorum” şeklindeki sözünü hatırlardı hep. Pilav, etli yemek, sucuk, diğerleri olsun pek fark etmez; ancak yalnızca borşu büyük bir zevk duyarak yiyordu.

      Askere geldiği gün karavana borştan ibaretti. Çok sevindi, sanki ağzıyla değil gözüyle yemek istiyordu. Hatta asker arkadaşları onun bu etsiz borşu böylesine lezzetle yemesine hayretle bakıyordu.

      –Heey, açlıktan çıkmışa benziyor sanki!

      İkinci,