Akil Abbas

Adı Konamayan Katil


Скачать книгу

anlamsızdı. Böylesine gurur, kibir dolu suratlara bakınca aklına Dostoyevski’nin, “Alçaltılmış, Hakarete Uğratılmış İnsanlar” adlı eserini asker arkadaşları için yazdığını düşündü. O alçaltılmış ve hakarete uğratılmış insanlardan biri onun kendisi idi. Kendinden de iğrendi. Ayağa kalktı ve hiddetle borş dolu tabağı alarak bahçenin tam ortasına fırlatarak bağırdı:

      –Yeter..!

      Bir anda tabaklara boş inip dolu çıkan kaşıkların hareketinden oluşan çak çuk sesleri kesildi, ortalığa katı bir sessizlik çöktü. İskambil oynayanlar da oyunu bırakıp kalakaldılar. Haykırışı uyuklayanları da uyandırdı. Her biri kafalarını tembel tembel kaldırıp ona doğru yöneltti. Herkes hayretten donakalmış bakışlarını ona çevirmişti.

      O, biraz daha yüksek sesle haykırdı:

      –Yeter..!

      –Ne var be? Deli mi oldun?

      –Ne demek yeter?

      –Neden bağırıp duruyorsun? Bırak da zıkkımımızı yiyelim!

      Tekrar herkesi dikkatle süzdü ve:

      –Yeter diyorum! Bizi bu kadar tahkir ettiler, bu kadar alçalttılar, yeter artık!

      –Yahu, yine ne oldu da kendini kaybettin?! Bizi aşağılayan, tahkir eden de kim?

      Masaya hiddetle vurdu:

      –Aşağılanmak, hakaret edilmek nasıl oluyor peki?! Biz buraya vatanı korumaya mı, yoksa bilmem hangi komutana villa dikmeye, tuvalet veya köpek ini yapmaya mı geldik?!

      Ustalardan biri seslendi:

      –Akademik, olmadı be, yine başladın? Galiba karın, yağmurun altında titreye titreye siperde oturmaktan hoşlanıyorsun. Gidip otursana, sana engel olan mı var?! Neden bağırıp duruyorsun?

      Ustanın yanına yaklaştı:

      –Senin kanın, o siperlerde yağan karın, yağmurun altında titreyen, yazın sıcağında kavrulan çocuklardan daha mı kırmızı?

      –Evet, onlardan üstün olduğum içindir ki, burada ağacın gölgesinde uyukluyorum! Başka diyeceğin var mı?

      –Var! Ne sen, ne de bizim hiçbirimiz o siperlerdekilerden üstün değiliz. Onları da bizler gibi analar doğurmuş, inek doğurmamış. Ben kimseye ne hakaret etmek, ne de onu aşağılamak istiyorum; ama kimsenin de ne beni, ne de sizleri aşağılamasını istemiyorum. Sizin de, sizleri alçaltan insanlardan herhangi bir eksiğiniz mi var? Biz buraya askerlik yapmaya geldik, birilerine hizmet etmeye veya koyun gütmeğe değil.

      Biri gülerek söylendi:

      –Kuzum sevin ki, sana domuz güttürmüyorlar. Domuz midemi bulandırıyor, iğreniyorum.

      Henüz askerliye adım atan tıfıllar susmuşlardı; çünkü büyüklerin tartışmasına karışmak onların haddine değildi. Bu tartışma nasıl bitecek ve kim galip gelecek onu görmek için bekliyorlardı.

      Aslında o da acemi sayılırdı; ancak hem yaşı, hem de tahsilinden dolayı ustalar ve yaşlı askerler ona saygı duyup yanlarına almışlar, üstelik de “Akademik” lakabı takmış, onunla sesleniyorlardı.

      Yaşlı askerlerden biri önündeki tabağı eliyle bir kenara itti:

      –Yahu Akademik’in dediklerini neden yabana atıyorsunuz?! Herifin oğlu doğru diyor be! Bizi köle gibi çalıştırıyorlar ve bizler de bunu saygı gösteriyorlarmış gibi algılıyor, hatta ondan zevk alıyoruz. Her ay komutana rüşvet veriyoruz. Neymiş efendim nöbet tutmuyormuşuz, siperlerde soğuktan titremiyormuşuz. Ne kalk diyen var, ne de yat diyen.

      Akademik, destek bulmasından dolayı biraz da cesaretlendi:

      –Kardeşlerim, biz buraya vatanı savunmaya geldik, komutanlara amelelik yaparak günlerimizi savuşturmaya değil. Eve döndüğünüzde sevgililerinize, analarınıza, kardeşlerinize, bacılarınıza neler diyecek, hangi hatıralarınızı anlatacaksınız? Ne ile gururlanıp göğsünüzü şişireceksiniz? Harç yapmanız, taş taşımanızla mı övüneceksiniz?! Yoksa akşamları ucuz votkaları içip kendinizden geçmenizle mi? Sizi bilmem ama, ben artık kimseye amelelik yapacak değilim, size de tavsiye etmiyorum.

      Bu anda bahçe kapısının önünde bir araba durdu, kapı açıldı ve Tabur Komutanı içeri girdi.

      Çavuş onu görür görmez fırlayarak haykırdı:

      –Tabur, sıraya gir..!

      Önce acemiler, sonra kıdemliler, daha sonra da ustalar sıraya dizildi. Yaşlılar erine erine yerlerinden kalkarak doğruldular. Tezkere bırakmaya gün sayanlar ise yerlerinden bile kımıldanmadılar.

      Akademik kalkmak istediğinde onlardan biri elini omzuna koyarak bastırdı:

      –Otur, seni ilgilendirmiyor.

      Tabur Komutanı:

      –Rahat, oturun! –dedi, sonra da kendisi oturdu. –Serin suyunuz var mı?

      Acemilerden birisi fırlayıp koşarak ayazlıktaki buzdolabından bir şişe maden suyunu getirerek ağzını açıp bardağa dökmek istediğinde komutan şişeyi alıp kafasına dikti. Dibinde kalanla da boynunu boğazını ıslattı.

      –Oh be! Sizler burada keyif çatıyorsunuz, üstelik kıymetimizi de bilmiyorsunuz. Hııı, Akademik yine hangi nutukları atıyordu?

      Akademik:

      –Yoldaş Teğmen, ben nutuk atmıyordum. Biz buraya askerlik mi, yoksa amelelik yapmaya mı geldik diye soruyordum?

      Tabur Komutanı beklemediği bu cevap karşısında ne diyeceğini bilemedi:

      –Ne dedin? Onu bir daha tekrar et bakalım!

      –Diyorum ki, biz vatanı savunmaya mı, yoksa Komutan’a hizmetçilik yapmaya mı geldik?

      Tabur Komutanı öylesine hiddetli bir şekilde yerinden fırladı ki, tıfıllar korkuya kapıldı. Komutan öfkeyle haykırdı:

      –Kalk! Rahat! Sana on beş gün hapis cezası veriyorum!

      Rahat vaziyetinde duran Akademik:

      –Yoldaş Teğmen, galiba akademide iyi tahsil almamışsınız ve askerî tüzüğü gerektiği gibi bilmiyorsunuz. Sizin bana on beş gün hapis cezası vermeğe yetkiniz yoktur. Siz ancak iki gün hapis verebilirsiniz.

      Ustalar kıkırdamaya başladı, diğer askerler de onlara uydu. Tabur Komutanı yan yan kıkırdayanlara baktı:

      Hırıldaşmayın be! Öyle olsun Akademik! Ben sana iki gün hapis cezası veriyorum, önemli değil, beş gün de komutan verir.

      Akademik güldü:

      –Oldu, iki gün hapis! Ama yoldaş Teğmen burada askerî hapishane yok ki, generalin bodrumuna mı atacaksınız yoksa henüz yaptığımız it inine mi?!

      –Hayır! Şimdi birlikten araba getirtirim, seni alıp götürür.

      Demin Akademik’e destek olan usta asker kafasını salladı:

      –Akademik, bu gerekli miydi?!

* * *

      Çakallar kan kokusunu duyarak koşup gelmiş ve cesedin etrafında dönüyorlardı. Barutun kokusu henüz çekilmediğinden korkularından cesede dokunamıyorlardı. Barut kokusu azaldıkça çakallar da ürkek ürkek cesedi çekiştirip yemeğe başladılar. Askerlerle dolu araba eğer şehirden gelip çıkmasaydı, yolun ortasında boylu boyunca uzanan cesedi parça parça edeceklerdi. Araba durdu; lakin çakallar çok yüzsüzdü, ürküp kaçmadılar. Subay onları korkutmak için havaya bir iki el silah sıktı. Çakallar viyaklaya viyaklaya kendi dillerinde subaya küfrederek koşup gittiler. Subay yolun ortasındaki cesedi görünce olduğu yerde mıhlanıp kaldı, sonra yavaş yavaş ona doğru yaklaştı. Önce cesedi komutanın sürücüsü zannetti; ancak şapkasındaki