Yakup Ömeroğlu

Türkistan Yesevî'nin Şehri Yesi'ye Dair


Скачать книгу

eroğlu

      Türkistan. Yesevî’nin Şehri Yesi’ye Dair

      ULU TÜRKİSTAN TARİHİNİN MERKEZİNDEKİ TÜRKİSTAN ŞEHRİ

      İki Türkistan sözü, Türkiye Türkçesinde birbirine karışır oldu: Ulu Türkistan ve Türkistan Şehri. İkisine de Türkistan diyoruz. Bu karışıklığa düşmemek isteyenler, Türkistan Şehrine, eski adıyla Yesi diyerek meseleyi çözmeye çalışıyor. Bu kavramları bizden daha sık kullanma durumunda olan Ulu Türkistanlı kardeşlerimizin bulduklar çözüm ise daha farklı: Birine Ulu Türkistan diğerine ise Özbekler Türkistan Şehri, Kazaklar Türkistan Kalası diyerek karışıklığı önlüyorlar.

      Her iki isim de tarihi gerçeklerle önümüzde duruyor: Tarihte Türkistan kavramına ilk kez 7. yüzyıl kaynaklarında rastlanıyor. Bu yüzyıldaki Arap ve Fars tarihçiler, Türkistan sözünü, Türk ülkesi, Türk yurdu olarak kullanmaya başlar. Divanı Lugatit Türk’de ise Kaşgarlı Mahmut, Hazar’ın üzerinden kıvrılıp Rumeli’ne, doğuda ise Çin’e kadar uzanan bölge olarak tarif eder Türkistan’ı. Ünlü Rus tarihçisi B.B. Bartod’un eserlerinde de Türkistan, Hazar’dan Çin’e kadar uzanan bölge olarak tarif edilir. Türkçemizde Türkistan kavramı, batıda Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Tacikistan’ı, güneyde Afganistan’ın kuzeyini; doğuda Doğu Türkistan’ı içine alan kadim Türk yurtlarını ifade için kullanılır.

      Bugün Kazakistan’da Çimkent vilayetine bağlı Türkistan Şehrinin ise bilinen en eski yerleşim yeri, adına Kültepe denilen ve arkeolojik kazıların yapıldığı bölgedir. Kültepe’nin dokuz metre civarındaki yüksekliğinin üzerine kurulduğundan; buradaki köye de “Yassı” denildiği söyleniyor. Yassı, daha sonra halkın dilinde “Yessi” ve “Yesi” olur. Bu görüş Yesi sözünün bilinen tek etimolojisi.

      Kültepe üzerindeki köy, Moğol istilalarında yakılarak tamamen ortadan kalkar. Yeni Yesi, bugünkü yerinde, yani Kültepe’nin batısına yeniden kurulur.

      Moğollar, Büyük Türk Bilgini Farabi’nin doğduğu ve döneminde parlak bir bilim ve ticaret merkezi olan Otrar’ı yakıp yerle bir ettikleri dönemde, kaynaklar Yesi’den pek sık bahsetmezler. Kültepe’nin üzerindeki bu küçük köy, önem atfedilen bir yer değildir o yıllarda.

      Küçük Yesi Köyü, 12. asırda Hoca Ahmet Yesevî’nin buraya gelmesiyle büyümeye başlar.

      Ahmet Yesevî, Kazıkurt Dağının eteklerinde kurulu Sayram’da dünyaya gelir. Babası İbrahim Ata ve annesi Karasaç Ana’nın kabirleri bugün Sayran’ın dağa yaslanan sırtlarında durur. Onun Türkistan’a ilk gelişi küçük yaşlardadır ve yine ilk eğitimini de burada Arslan Bab’dan alır. Menkıbeye göre Arslan Bab, sahabedendir ve Küçük Ahmet’e, Peygamber emaneti hurmayı dilinin altından çıkararak verir. Halk arasında çok sık anlatılan bu tür hikayelerin tabiatını bilenler taktir edeceklerdir ki, menkıbeler olan olayları birebir anlatmaktan çok, satırlarının arasına gizlenen mesajları, sembollerle yayar ve yaşatırlar. Onlardan herkes, kendince bir şeyler anlar. Okyanustan kendi kabınca su almak gibi. Herkesin kabındaki okyanus suyudur fakat hiç kimseninki okyanus değildir. Bu menkıbede geçen hurma da öyle olmalı. Arslan Bab’ın getirdiği, “Peygamber emaneti hurması”, Medine hurması olmaktan çok bir sembol olmalı. Bilimlerin anahtarı mı, yukarıların tatlı yemişi mi? Niyazi Mısri, Yunus’un şiirlerini şerh ederken, bazı sembollere gelip “ehlince malumdur” diyerek orada ne anlatıldığını açıklamaz. Biz de “hurma”ya öyle diyelim. Bizce değilse de ehlince malumdur.

      Bu hurma ile aşkın ve aşkın ilmin peşine düşen Ahmet, Buhara’ya Hoca Yusuf Hemadanî yanına gider. Burada pişer, burada olgunlaşır. Üstadının vefatıyla Yesi’ye döner. İşte bu dönüştür ki, Yesi’nin kaderini değiştirecektir.

      Kültepe’nin üzerine kurar ocağını ve başlar gönülleri irşat etmeye. “Hikmetler” adını verdiği şiirleriyle, Türk tasavvuf edebiyatının da ilk kurucusu olur. Bu şiirlerinde, ayet ve hadislerin taşıdıkları manaları, halkın anlayabileceği tarzda dile getirir. Kutsal mesaj yüklü “Hikmetler”, dilden dile gönülden gönüle dolaşır. Bugün dahi halk arasında ezbere bilinen Hikmetler, Anadolu’da özel günlerde okunan Süleyman Çelebi Mevlidi gibi, kendisine uygun bir ezgiyle okunur. Bir Mevlit Kandilinde veya bir sünnet toyunda, yaşlı birinin ezgilerle bir şeyler okuduğunu görürseniz, biliniz ki Yesevî Hikmetleri söylüyordur.

      Hoca Ahmet Yesevî, 1166 yılında vefat ettikten sonra onun kabrini, Türk halkları ziyarete başladı. Ayrıca Otrar’ın yok olmasından sonra artık Yesi, İpek Yolunun vazgeçilmez güzergahlarından birisi oldu. Doğudan batıya, kuzeyden güneye giden kervanlar, hep Yesi üzerinden göçer oldular.

      Türkistan Şehrinin adı, 15. asrın sonuna kadar hâlâ Yesi’dir. 16. asırda, yer yer Yesi’ye Türkistan denilmeye başlanır ve 17. yüzyıla gelindiğinde artık bütün kaynaklarda Yesi’den Türkistan diye bahsedilecektir.

      ŞEHR-İ ŞAHI TÜRKİSTAN

      Kültepe; Yesi şehrinin üzerinde kurulduğu tepecik.

      Adı neden Kültepe’dir? Bilen yok!

      Acaba, Asya’dan Anadolu’ya bütün Türk Dünyasını yakıp, bir kasırga gibi küllerini savuran Moğol istilalarından önce de adı Kültepe mi idi? Bilen yok!

      Bilineni Moğol kasırgasına kadar Yesi’nin bu tepecik üzerinde kurulu olduğu ve istilada yanıp kül olan Yesi’nin, artık aynı yere dönmediği.

      Yesi de tarihte yakılan hemen her şehir gibi, eski yerinden biraz uzağa kaçar ve Kültepe’de Moğol istilasının külleri arasında bir ocak yanmaya başlar.

      O nuruyla, bütün karanlık gönülleri aydınlatmaya talip bir ışıktır.

      O sıcaklığıyla, garip kalanları etrafında toplayıp ısıtmaya başlar.

      Ve bu ışık, yalnızca Yesi’de kalmaz, bütün Türkistan’ı, Kafkas’ı, Anadolu’yu şavkı tutar .

      Bir rivayete göre, Kültepe’de kurulu şehrin adı Yesi olmadan önce “Asan” dır. Asan, yani huzurlu, barış dolu…

      Yine asanlık yayılır Kültepe’de yanan ateşin alevlerinden. Huzura erer, gönüller.

      Ve bu kordur ki, dağlar Moğol istilasının yaralarını.

      Ve bu ateştir ki, büyük bir medeniyetin ruhunu ısıtır ve önünü ışıtır.

      Ve Yesi, tarihte en parlak dönemini, Kültepe’nin külleri arasında büyük bir ocak kuran Kul Hoca Ahmet’in buraya yerleşmesiyle yaşamaya başlar.

      Ve karşılığında Yesi, adını verir Kul Hoca Ahmet’e.

      Ve Ahmet, Ahmet Yesevî olur.

      Yesevî adıyla birlikte, Yesi de bilinmeye başlar.

      Fakat onda yaşayanın büyüklüğü, kendinden çok yücedir. Bu yüzden şehir, bir müddet sonra sakininin unvanlarıyla anılmaya başlar.

      Çünkü Kul Hoca Ahmet;

      Şah-ı Türkistan’dır;

      Mah-ı Türkistan’dır;

      Ve Pîr-i Türkistan’dır.

      Yaşadığı ve yattığı şehir de onun adıyla anılır olur.

      Artık Yesi’nin unvanları;

      Şehr-i Şah-ı Türkistan’dır;

      Şehr-i Mah-ı Türkistan’dır;

      Ve Şehr-i Pîr-i Türkistan’dır.

      Yesevî, Türkistan’ın pîridir. Hatta Türkistan’ın manevi sahibidir. Türkiye Türkçesinde “Hoca Ahmet Yesevî” olarak söylediğimiz “hoca unvanı” Kazakça’da ve eski Türkçede “k” ve “h” seslerinin ortak bir bileşeni ile telaffuz edilerek “Khoca” denmekte ve “sahip” anlamına gelmektedir. Amatör bir etimologluğa girişirsek, Türkiye Türkçesindeki “hoca” ve “koca” sözlerinin kökü “khoca” olmalıdır. “Hoca” ilmin sahibi, “koca” evin, yuvanın ve elin sahibi.

      Yani bizim “Koca Yunus’un” “kocalığı” ile “Hoca Ahmet’in” “hocalığı” aynı şeylerdir. Elin sahibi, “Türkmen Kocalarının” “kocalığı” da.

      Dolayısıyla Hoca Ahmet Yesevî, her iki manasıyla