Sultan Raev

Güneşi Tutan Çocuk


Скачать книгу

yatıyormuş! Vah vah! Kadehlerimizi onların şerefine kaldırırsak bizden razı olurlar değil mi, deyip tekrar sallandı. “Bunları vermeselerdi nasıl gelirdik buralara? Haydi, şimdi sevap için birini paylaşalım…”

      –Sevap içinse içmek gerek. Sevap için zehir olsa içmek gerek. İşte benim de…

      Esmer adam konuşanın sözünü nasıl bitireceğini merak ederek ona bakıp durdu.

      –Benim de… “Babamın annesi buralarda bir yerde yatıyor.” derler. Çok önceden anlatırlardı. Hadi şimdi şu şişelerden bir tanesini çıkar.

      –Zaten bir tane kaldı.

      Sıçanın yanından geçen deminki tıknaz adam kadife ceketinin iç cebinden bir şişe çıkardı.

      –Son bir tane… Yalan söylüyorsam Allah canımı alsın! İşte!.. Bu son, bundan başka yok. Bu sonuncusu…

      Eski mezarlığa gelen altı kişi rüzgârdan korunarak kadife ceketli adamın yanına toplandılar. Elden ele geçen küçük votka bardağı hızla boşaldı, çok geçmeden biten şişe bir önceki gibi kurumuş otların arasına fırlatıldı. Sarhoşları gizli gizli gözetleyen Sıçan Ana’nın yanına düştü. Ansızın yere fırlatılan şişenin sesinden sıçanın ödü koptu. Rüzgârdan beli bükülen kuru otların arasından sürünerek boş şişeye ulaştı ve şeytana uyarak burnunu şişenin deliğine uzattı. Pis koku onu ikinci kez iğrendirdi. Gözleri karardı ve karşısındakiler ona garip görünmeye başladı. Başı dönüyordu. Sırtüstü düşeyazdı. “Niçin bu iki ayaklılar sallanmıyor, nasıl yere düşmüyorlar?” diye düşündü.

      Gaddar rüzgârın sesi dinmeye başladı. Her tarafın altını üstüne getiren gücü şimdi sadece kuru otların başını sallamaya yetiyordu.

      Sıçan Ana iki ayaklıların bu bölgelere niçin geldiğine anlam veremeden saklanmak için uygun bulduğu bir çukura gizlendi.

***

      Bugünlerde köyde iki ölünün cenazesi kalkacaktı…

***

      2

      Dünyaya çok tuhaf bir felaketin daha geleceğini kim bilebilirdi ki? Üstelik bir değil iki ölünün cenazesini kaldırmak kolay mı? Zavallıların dünyadaki yolculukları bugün olmasa yarın elbet son bulacaktı. Herkesin alın yazısında ölüm var. Yine de tüm köyü yasa boğarak gelen ölüm, kimseyi ayırmadan kadir kıymet sahiplerini bile böyle alıp gidecek miydi? İki adamın ağzından dökülen bu acı sözler herkesi yasa boğuyordu. Başkası neyse de tüm köyü geçindiren döneminin baba adamı, uzun yıllardan beri koskoca kolhozun ekonomisini geliştiren şöhreti tüm ülkeye yayılmış Basıt Reis yakasına yapışan hastalıktan kurtulamayıp illa bugün mü vefat edecekti?.. Alacağı nefes sayılı olan insanoğlu dünyadan Allah’ın istediği gün gidecek. Fakat bu günahkârların hangisinin aklına gelebilirdi? Herkes merhuma, dünyadakilere yardım etmek için gönderilmiş biri gözüyle bakardı. Şimdi o, gözlerini sonsuza dek kapatmış kansız elleri göğsünün üzerinde birleştirilmiş yatıyordu.

      Hiç kimse onun öldüğüne inanmak istemedi. Böyle olacağını akıllarına bile getirmemişlerdi. Vücuduna sıkı sıkıya yapışıp kalan hastalık onu altmış yaşına gelmeden alıp götürdü. Reis’in günlerden bir gün yatağa düşüp yatalak olacağı ve sonunda ölüp gideceği kimsenin aklının ucuna dahi gelmemişti. Lanet olası ecelin herkesin başına geleceği şüphesizdi ama bir gün daha yaşasa ne olurdu sanki? Onun ölümünün bugüne rastlaması acı vericiydi.

      Alacaklı dünya bir gün geç kalsaydı ne kaybederdi sanki? Ergenlik çağına gelmiş çocuklardan evliya yaşına gelmiş ihtiyarlara kadar herkes bu adamın ismini büyük bir saygıyla anardı. Uzak bir yere gittiklerinde “Biz onun köyündeniz.” derlerdi. Halk arasında saygıyla anılmak ayrı bir gururdur. Tabii bunu duyanlar susarlar mı? Çenelerini tutamayıp “Ha evet, onu nasıl tanımayalım, adını duymuştuk. Demek onun hemşehrisisiniz…” diye sözü uzatırlardı. Onun hâlini hatırını sormak âdettendi. Ondan bahsedenler konuşmalarını süslerlerdi, aynı babadanmış, kardeşlermiş gibi ballandıra ballandıra reisi anarlardı.

      Ya şimdi?

      Bundan sonra ne olacak?

      Artık kimin hakkında konuşacaklar?

      O tatlı sözleri, güzel cümleleri kimin için kuracaklar? Eyvah, eyvah! Keşke insanlar rastgele sözler söyleyeceğine ona dua etselerdi. Geç kalmış arzuları onları bin pişman ediyordu. Şimdi bu zavallıların içini daraltan, bunalıma sokan dertleri, acısı vakitsiz gelen ecelle mi baş gösterecekti? Her türlü derde derman olan bu adamın şöhreti, adıyla beraber biriktirdikleri de gökyüzüne mi savrulacaktı?

      “Baba adam” dedikleri Basıt Reis’in ölümü köyün tamamını yasa boğmuştu. Herkes ağlıyordu. Kadınların yaktığı ağıtlar insanın yüreğini dağlıyordu. Ağıt makamla hüzünlü hüzünlü söyleniyor, küçük kümeler hâlinde toplaşan kadınlar feryat figan ediyorlardı. Dünyanın eksik tarafıymış bu! Bir dertmiş bu. Daha dün oğlu ilçede iyi bir işe girdiğinde çok sevinmişti. Artık öbür dünyaya dertsiz, kedersiz gidebilirdi.

      Çocuğu için önemli bir mevki sağlamıştı. Tanıdıklarından, akrabalarından faydası olabilecek hemen herkesten yardım istemişti. Zavallının gitmediği yer, çalmadığı kapı kalmamış, çabalarının karşılığını almıştı. Çocukları için iyi birer koltuk bulmak için uğraşırken ölüp gitti. Oğulları şimdi hatırı sayılır yerlerde çalışıyorlar. Gören bilenler “Onların tuttuğu yerden yağ çıkar.” diyorlar. Baba terbiyesi alan insanlar kötü olacak değiller ya! İkisinin de çalıştıkları yerlerde iyi makamlarda olduğunu söylüyorlar. Birisi satış müdürüymüş. Basıt Reis onlara “İşin iyi olursa insanlar sana çok değer verir. Bugün çalıştığın işe göre selam verirler. Elinden bir şey gelmiyorsa senin neren insan? Bunu aklınızdan çıkarmayın, güzel yaşamak istiyorsanız oturduğunuz koltuk yumuşak, işiniz güzel olsun. İnsanlar size ihtiyaç duysun, saygı duysun. Saygı göstermenin, değer vermenin özel âdetleri olur. Mutlaka bir şey alırsınız.” diye kaç kere öğüt vermişti.

      Akıllı adam! Anlaşılan çenesini boşuna yormamış, bunları laf olsun diye söylememişti. Bu öğütlerin ustasıydı. Burası tamam… Çocuklarının her biri için güzel koltuklar bulmuştu. Her şeyi dört dörtlüktü. Ama hastalığı sonunda onu yatağa düşürdü. Oğulları canla başla babalarını doktordan doktora götürdüler fakat çare olmadı. Gün geçtikçe hâlden düşüyor, yemek yemiyor, tuvaletini de tenekeye yapıyordu. Hâl hatır sormak için gelen insanların ardı arkası kesilmedi, gelenler konuşmalarıyla hastaya bir nebze olsun moral vermeye çalıştı. “İnşallah iyileşirsiniz, üzülmeyin.” diye bilindik sözlerdi bunlar. Ecel geldi mi zemzem kuyusundan su içsen de fayda etmezmiş. Yarınından umudunu kesen adama ölümle ilgili düşünceler ısırgan otu misali yapışmıştı…

      Üç farklı yumuşak yastığa yatırılmış hasta iyi görünmüyordu. Buğday renkli, hafiften kırmızı yanaklarındaki kanını sanki sülükler emmişti. Ölüm beyazıydı bu! Yüzü bir anda çirkinleşmişti. Vücudunu kımıldatmaya takati yoktu. Bu zavallı adam, görenlerin kalbini sızlatan hasta adam bir dönemin kudretlisiydi. Bu adam namı ta uzaklarda bilinen Basıt Atakuloviç’ti.

      Bu çaresiz hastanın Basıt Atakuloviç olduğuna kim inanırdı ki?.. Eskiden yüksek ve hükmedici bir ses tonuyla konuşan sinirli, sinirlendiğinde babasına bile merhamet etmeyen, köyün en ileri geleniydi. Şimdi ise eskimiş bir beze benzeyen yüzünün rengi solmuş, zar zor nefes alıp veriyordu. Gözlerini kıpırdatmaya bile mecali yoktu. Yüzüne konan sinekleri bazen hissediyor bazen hissetmiyordu. Sineğin umurunda bile değildi, eğer birileri onu kovalamasa hastanın yüzündeki belirsiz