biliyorum kutsal varlığım! Bedenime verdiğin bu hayat yalan. Bize verdiğin ölüm gerçektir. Şimdi bana merhamet et, bana acı, şefkat göster. Er ya da geç nasıl verdiysen öyle alacaksın canımı. Son isteğim; bu seferlik bırak, ne olursun biraz daha yaşayayım. Suçum yoksa ne olursun bedenime çektirdiğin azabı geri al. Tek isteğim şu acılardan kurtar beni! Kurtar beni ne olur!.. Bu seferlik…”
Basıt’ın tüm bedenini bir müddet bu ricaları kuşattı. Allah’ın adını kolay kolay anmayan koca Reis, eceli gözüne göründüğünde korktuğundan söyledi bu sözleri. Dünyada ebedîlik arıyordu! Dünyada olmayan bir şeyi… Korktuğu şeyler giderek ona doğru yaklaşıyordu.
Son günlerini gece gündüz rüya görerek geçirir olmuştu…
Daha dün düzgün nefes alıyordu, canlıydı. Vakti daraldığında böyle anlamsız rüyalar göreceği aklına bile gelmemişti. O rüyayı gördükten sonra ruhu sıkışmış, kılıçla yaralanmış gibi hissetti.
Allah kimseye göstermesin, bu kadar değerli bir adamın son dakikalarında ağzından çıkan son sözü “Affedin!” olmuştu.
Ondan sonra konuşmasının kesildiğini söylediler. Babasının yanından ayrılmayan, onu kurtarmaya çalışan “Ansızın ölüp gitse babamızın hâli nice olur?” diye ona acıyan oğulları bu sözü dün akşam işitmişler ve anlam verememişlerdi. Babalarının milletten af dileyecek kadar ne suçu vardı ki? Herkese, gencine de yaşlısına da eşit bakmıyor muydu sevgili babamız? Halk onun ismini hâlâ ağzından düşürmüyordu. Değer ve saygının başköşesinde bulunan biri değil miydi o? Hâlden düşerek abuk sabuk şeyler söyleyip sayıklamaya başladı galiba. Canı çıkıp gidiyor muydu yoksa? “Babamız kimden af diliyor?” sorusu Basıt’ın yanı başında duran oğullarının aklına yerleşti. Sayıklamak böyle mi olur? Çürümüş bir elma kabuğuna benzeyen dudakları bir başka, bazen kesik kesik ses çıkararak mırıldanıyordu…
Bugün Basıt Reis rüyasında geçen yıllarda yaşadığı bir olayı görmüştü…
O dönem işleri yolundaydı, bütün bir kolhoz onun ağzına bakıyordu. Bin hanelik köy halkı Basıt Reis’in gözbebeği ile beraber dönüyor, sözünden çıkmıyordu. Böylesi parlak günleri de olmuştu. Temsil ettiği kolhoz birinci sırayı kimseye vermiyor, zafer onun oluyordu. Bu adamın heybetini işte o günlerde görseydik keşke. Gören vallahi çok şaşırırdı. Ensesinde büklümler oluşmuş, nar kırmızısı yanakları ile bastığı yeri yakabilecek kadar cesaretli, kudretli bir adamdı. Halk arasında gözlerinin içine bakabilecek cesur kimse çıkamazdı. Ellerini önlerinde bağlayarak ağızlarından: “Tamam başkanım, olur başkanım!” demekten başka söz çıkmazdı bu bölgenin insanlarından. Çok heybetli günler geçirmişti. Hasta yatağında bunları hatırladıkça fersiz gözlerinde olmayan yaşla ağlamak istiyordu…
Birbiri ardına devam eden, kesik kesik başı sonu olmayan rüyalarının birinde de yüzü tanıdık gelen birini görmüştü ve tüm vücudu buz tutmuşçasına titremişti. Allah vermesin… Yüzü hiç değişmemiş, bakışları bıçak gibi keskin, gözleri tıpkı kedi gözleri, karanlıkta alev alev yanardı. “Bu o, o!” diye rüyasında gördüğü adamı hemen tanıdı. Doğru, doğru gerçekten de o idi. Basıt bu adamı tanıyordu. Bu adam, yatağa düştüğünden beri Basıt Reis’i Azrail gibi arkasından takip ediyor, gölgesini dahi bırakmıyordu. Olsa olsa Reis’i korkutan ecel denilen felaketi de bu kahrolası kedi bakışlı adam getirmiştir. Bu kötülüğü ancak bu adam yapabilir, sadece bunun elinden gelir. Basıt niçin bu adamın bakışlarını hatırlamıştı? Bunun sebebi ne olabilir?
İnsan rüyasında her şeyi görebilir. Hayır, bu rastgele bir rüya değildi. Basıt’ın karşısında duran bu adam sıradan biri değildi. Ömrü boyunca ona kötülük dileyen, onu çekemeyen, niyeti bozuk biriydi bu adam. “Girme rüyama! Görünme gözlerime! Defol, defol git! Cennete gitmek için uğraşıyorum, defol!..”
Rüyası yine ip misali uzadı gitti. Başı sonu anlamsız, kolay kolay insanın aklına gelmeyecek silüetler göründü. Gözleri şu an açık mı, kapalı mı belli değil. Peki, neredeydi şimdi? Yaşıyor mu yoksa öldü mü? Nerede bulunduğunu anlayamıyor, uçsuz bucaksız düşüncelerin dibinde geziyordu. Rüyası kesildi, sonra onu sanki biri bağlamışçasına yeniden devam etmeye başladı. Biraz evvelki adam da oradaydı. Bu kedi bakışlı iyi bir iş yapıyormuş gibi dikilmişti karşısına. Eski mezarlığın yanında geziyormuş. Görünüşü, şekli şemali hiç değişmemiş, gözlerinin ışıltısı hâlâ sönmemiş. Basıt onu gördü ve yakasını tuttu. O kadar korkuyordu ki kalbi göğsünü yarıp çıkacak sandı. Kedi bakışlının elinde bir kürek vardı, bir mezar yeri kazıyordu. Önce birbirlerine bakıp öylece kaldılar.
Sessizliği Basıt bozdu:
–Kimin için kazıyorsun? Kim ölmüş?
–Kimin için, diye cevap verdi beyaz kefene sarılı adam.
–Kendim için…
–Kendin için mi dedin? Çok şaşırmıştı Basıt. “Seni toprağa vereli çok olmadı mı? Neredeyse on yıl oluyor.”
–Birilerinin kazdığı mezar cesedimi almadı.” Küreğini yere vurdu. “Ellerimle kendi mezarımı kazarak yerimi değiştiriyorum. Yoksa rahat edemem. Burada insanlara huzur lazım. Huzur bulmak için geliyoruz huzursuz yalan dünyadan. Seni toprak kabul etmezse huzur dediğin şeyin ne önemi kalır? Ne anlamı var? Söylesene.” Basıt’a sordu: “Günahların var mı senin de ha?”, “Söyle!”.
–Benim mi? Basıt korktu.
–Hayır…
Kedi bakışlı sertçe bağırdı.
–Yalan söyleme! Sadece çok suç işleyenler kendilerini böyle savunurlar. Anladın mı?
– Sesini yükseltmeden konuş benimle, bağırma! Benim kim olduğumu biliyor musun? Ben kimim ha?
–Burada insanların kimliği kimseyi ilgilendirmez.
–Nerede?
Basıt ateşin üzerine basmış gibi irkilmişti.
–Burası neresi?
–Burası mı? Kötü kötü baktı beriki:
–Burası insanlar arasında ayrımın olmadığı bir yer. İyisi de kötüsü de suçlusu da suçsuzu da var burada.
Tam bu sırada rüya tekrar kesildi. “Öldüm mü ben? Neredeyim? Bana nerede olduğumu kim söyleyecek? Söyleyin bana? Söyleyin!”
Basıt son nefeslerini alıp verirken bu sorularla uğraşıyordu. Nerede olduğunu öğrenmek için bir yol buldu. Parmaklarını yavaş yavaş hareket ettirerek yattığı yatağın soğuk demirlerine dokundurdu. İşte şimdi öğrenecekti nerede olduğunu. Parmakları demire değdi ve bir soğukluk hissetti. Kalbi hâlâ atıyordu. Canı kolay kolay çıkmayacağa benziyordu. Deminki kâbusun ipleri yine bağlandı. Rüyası kaldığı yerden devam etti.
Beyaz kefene bürünmüş adam eski yerinden henüz ayrılmamıştı.
–Sen niçin benim yüzüme bakamıyorsun ha?
Beyaz kefenli Basıt’a baktı.
–Seni bir yerden gözüm ısırıyor. Bir yerde gördüm seni sanki…
–Beni mi?
Basıt çok şaşırmıştı.
–Bense seni ilk defa görüyorum.
Basıt “Seni tanıyorum!” sözünden çok korkmuştu. Onun kim olduğunu öğrenirse ne yapacaktı? Anlayacak olursa beriki Reis’i rahat bırakmaz, yapışır kalır, buradan da göndermeyebilirdi. Her şeyin bittiği an olurdu. Eli