Murtaza Şerhan

Ay ile Ayşe


Скачать книгу

olduğu yere koşup baktığımda, yoktu! Başladım bu sefer bağırmaya. Orada bulunanlar:

      “Hey, bu kimin çocuğu? Yolunu kaybetmiş.” dediler.

      “Kimin çocuğusun sen?” diye birileri eğilip bana baktı.

      “Murtaza’nın…”

      “Baban da seni arıyordu.” dedi birisi.

      Başka birisi ise yanyan bakarak:

      “Baksana! Orada! Baban işte orada, birkaç kişinin durduğu yerdedir.” diye parmağıyla babamın olduğu tarafı işaret etti.

      Bağırarak Tanrı dağlarını velveleye verip tüm dünyayı başa kaldırdım. Yolda bir tane esnek yaş çubuk vardı, elime onu da geçirip ata biner gibi koşarak geliyorum. Ne yapalım, sonunda yetiştim. Babamın yanında bulunanların hepsi köyümüzün büyüklerindendi: Meldehan, Peşen, Baycuman, Alipbay, Musa ve Şakalak.

      Gelir gelmez, babamın arkasına yumruğumu geçirdim. Hissetmedi bile. Yanındakilerle konuşarak gidiyordu. Konuştuklarını hiç anlamayan ben daha da sinirlenerek çizme koncuna çubukla vurdum. Meldehan bana dönerek:

      “Hey!” dedi.

      Meldehan babamdan büyüktü. Sallanan beyaz sakalı vardı. Kafasında beyaz şapka. Üzerinde fermuarı geniş beyaz pantolon, ayaklarında ise lastik ayakkabılar.

      “Hey!” dedi. “Murtaza seni Allah’tan istemiş olabilir, hatta senin adına akika kesmiş de olabilir, elini ayağını denk tut bakalım! Sohbetimizi kesiyorsun!”

      Küçücük çocuğa koskocaman adamın bu kadar kızması da nedir dercesine ötekiler baktı. Ben de beni şu sinirli adamdan koruyuver der gibi babama başımı kaldırarak baktım.

      “Meldehan, Barshan’ı Allah’tan yalvarırcasına istediğim doğrudur.” dedi. Sonra elimden hiç ayrılmayacakmış gibi sımsıkı tuttu ve ileriye doğru çekerek sürükledi. O anda ikimiz de barışmış olduk.

      Bundan sonra benimle ilgilenmediler. Büyükler kendilerince farklı konulara geçtiler.

      Arkadan acayip sesler duyuldu. Dönerek baktığımızda Taşken, onun öz kardeşi Kerıbay, Ospanalı, Törekul o dönemin delikanlıları aralarında bağrışıyorlardı.

      “Şu bahtsızlar yine Rus içkisini içmişler. Baksanıza kafayı bulmuşlar!” dedi Peşen.

      Kavga ediyorlardı. Taşken öz kardeşi Karabay’ı koyunu sürükler gibi sürüklüyordu. Ospanalı ve Törekul göğüs göğüse sinirli horozlar gibi dövüşüyorlardı.

      Peşen bağırarak:

      “Yeter artık! Yapmayın!” dedi.

      Meldehan:

      “Ne yaparsın, sarhoş deliler laf anlar mı?” dedi.

      Niye kavga ettiklerini anlayamadılar. Onları kendi hallerine bırakıp arkalarını dönüp köye doğru yürüdüler. Daha sonra duyduk ki onlardan birisi diğerlerini ihbar etmiş. Yedi kişiden biri. Altı kişiyi aynı anda sürgün ettiler. Bunlardan Baycuman, Kırgız dağlarına doğru kaçıp kurtulmuş.

      Babamla geçirdiğimiz bayram gezimiz bu şekilde sona erdi. 1937 tarihindeki Mayısın birinci gününü hiç unutmam. Çünkü o gün, babamla birlikteydim.

      KIRÇIL KANATLI CİVCİV

      Hem karnı tok olan, kaygısı olmayan hem de üzerinde giyim kuşamı olan beş yaşındaki çocuk için kış günlerinin akşam vaktindeki ayazı ilginç olur. Beş yaşındaki çocuğun beyinciği üzerine kara leke konmamış beyaz kâğıt gibidir. İşte tesirli olay ya da güzel resim şu bembeyaz kâğıda öyle yazılır ki silmek mümkün değildir.

      Hâlâ aklımdadır, demir atölyenin önünde aşık kemiği oynayan çocukların arasında ben de vardım. Batan güneşin kırmızı rengi Talas Ala Dağlarının karlı zirvelerini eritmiş gibiydi. Dağların kuzey tarafında bulunan Kara Dağların üstünde mavi pembe kuşlar irticalen küme küme olarak yüzüyor gibiydiler. Kuşlar değil, bulutlardı adeta. Tıpkı Koş-kar Ata diyarında tünekleyen flaman kuşları gibiydiler.

      Dağlardaki kar erimiş olsa da hiç sıcaklık yoktu. Kıpkırmızı yüzümüze çarpan şiddetli ayaz sadece bizim Jualı ilçesine bağlı olan Mınbulak köyümüzde varmış meğer.

      Köydeki çocukların içinde en büyük olan Seysenbay beni her zaman desteklerdi. Kaybettiğimde aşık kemiklerimi geri verdirirdi. Çocuklar benden büyük olsalar da benden çekinirlerdi. Ortalık kararmaya başlayınca oyun biter, evlerimize dönerdik. Demir atölyenin sıkışık evi önünde sadece yığınla karasabanlar, demir tırmıklar kalırdı.

      Ağzımdan ayazın buharı çıkıyordu, derhal eve koşarak girdim. Ayşe’nin tutuşturduğu yedi çizgili lambanın tümsekli olan ampulüne tükürmüşüm. Yedi çizgili cam çırt ederek çatladı. Yedi çizgilinin fitilinde yavaşça yanan ateş sallanarak neredeyse söne yazacaktı ama sönmedi. Gaz dumanının kokusu birden etrafa yayıldı.

      Böylesine abes, talihsiz işimi gören Ayşe bana bağırmadı ama şiddetli ayazın soğuğundan çıtırdayan kulağımın memesini eliyle kesercesine çekti. Kulağıma sertçe bir şey batmış gibi oldu. Kanamıştı biraz. Hüngür hüngür ağlamaya başladım.

      Ağladığımı duyan dışarıdaki Murtaza hemen yetişti. Kulağımdan kan aktığını görünce Ayşe’ye kızdı. Beni kucağına aldı. Baba kucağında hıçkırarak uyuyakaldım.

      Herhalde gece yarısıydı, Ayşe’nin bağırıp çağırmasına uyandım. Camsız gaz lambasının ışığında dimdik duran yabancılar görünüyordu. Onlar Murtaza’yı iteleye iteleye götürüyorlardı. Ayşe bağırarak arkalarından koştu. Tir tir titreyerek ben de çıktım. Dimdik dikilen üç-dört kişi dereye doğru babamla birlikte gidiyordu. Derenin üzerindeki köprü gıcırdadı. Ayşe ile ben de köprüye kadar gitmiştik. Murtaza’nın sesini duydum:

      “Dön! Çocuk korkar!” dedi.

      Gece ayazı bu sesi tekrarlamış gibiydi. Gıcır gıcır sesler uzaklaştı. Sadece Ayşe’nin ayaklarının altında yatan kar gıcırdıyordu. Ayşe orada öylece kalakalan bana sarılarak kucağına bastı ve gökyüzündeki dopdolu Ay’a bakarak:

      “Allah’ım, şu ürkek civcivler, üç yeni doğmuş çocukların ne günahı vardı ki?” dedi.

      Dolunay adeta yeniden yuvarlanmış gibi idi. Ben bir lahzada boy aldım. Şimdi beni koruyacak babam olmadığını zihin çevikliği ile hissetmiş gibi idim. Az önce parlayan Dolunay’ı bulut kapladı. Yetimliğin ilk karanlığı her tarafa yayıldı.

      Ayşe beni yetim kalan eve sürükledi.

      Yıl 1937. Ayaz kadar soğuk, ucube yılı idi. Kanadı kırç tutan genç civciv ben idim. Şimdi aşık kemiklerimi attığımda hep kaybediyor oldum. Önceki gibi kimse yardım etmedi.

      BİR KÂĞIT PARÇASI

      İki üç gün geçtikten sonra halk düşmanlarının hanımları, çoluk çocukları yaygara çıkarttılar. 1937 yılının Aralık ayında Şakpak Vadisi’nin rüzgârı her tarafı süpürürcesine estiğinde, şiddetli soğuğa karşı göğüs gererek Borandı ilçesinin hapishanesine gittik.

      Ayşe beni de götürmüştü. Kurmaş ile Batırhan evde kaldılar. Hapishane dedikleri, etrafında polislerin sardığı at ahırı gibi kerpiçli çadırı olan evmiş. Bundan önce Borandı ilçesinde özel hapishane yokmuş. Çünkü bu ahır gibi yerin etrafını demirlerle kapatmamışlar.

      Polis dediğin, üzerinde uzun gri kaput, tepesinde ineğin memesi gibi mahrut şeklinde şapkası olan, soğuk si-malı, ucu sivri mızraklı silahlar tutan insanlarmış.