Murtaza Şerhan

Ay ile Ayşe


Скачать книгу

sabırlı bir şekilde:

      “Yenge, Barshan hâlâ oyun çocuğu. Neden ona kızıyorsun? Ona da bakan ve yetiştiren birisi lâzım.” dedi. Ayşe çömelerek oturdu ve Batırhan’ı kucağına alıp solmuş olan bağrına çocuğun başını basarak:

      “Ben kızmak için kızmıyorum. Yanıyorum ben, yanıyorum. Yoksa Barshan’a niye kızayım ki!” dedi. Her ne kadar böyle dediyse de eve gelince bana iyice dayak attı.

      Yıl otuz dokuz. Yaz boyunca Nametkul bizimle ilgilendi. Demir körüğünün sıcak kül korunun üzerinde yumurta pişirir yedirirdi. Tavuk yumurtasını evvela beze sarar. Sonra sıcak küle atarak gömerdi. Biraz sonra eline alır, yanmış bezi siler, pişen yumurtanın kabuğunu soyar, ak olanını bana ve Kurmaş’a, sarısını ise Batırhan’a yedirirdi.

      Batırhan ile Kurmaş çoğu zaman Nametkul’un yanında kalır, ben ise sokaktaki çocuklarla oynamaya çıkardım. Bazen Batırhan’ı arkama bindirir, çocukların arkasından koşardım. Doşanay dedemin evinin yanında olan gölete giderdim.

      Göletten kastım, bildiğiniz büvet. Talasbay bulağının suyu çoktu. Bent çekerek, bulak yapmışlar. Günümüzün ifadesiyle rezervuar. Havuz dolunca, alttaki suyun akmasını sağlayan çim tıkacı alır, ondan fışkıran su ile pancar sularlar, darı sularlar. Bulak ağzına kadar dolunca geniş göl olur. Su kamışları suyun altında kalır. Küçücük çocuklar için bundan daha ilginç ne olabilir? Hepimiz yüzmeye can atarız.

      Yüzmede diğer çocuklar gibi değildim. Acemiyim. Öğrenemedim bir türlü. Öser, Joldasbek gibiler derenin bir ucundan öbür ucuna balık gibi dalıp yüzerler. Allah bana bu kabiliyeti vermemiş ama onun yerine “nefes alınmaz” oyununda önüme kimseyi geçirmezdim. Kim suyun içinde nefes almadan uzun müddet durabilecekse, o kazanırdı. Kazanmak şöyle dursun, kaybeden çocuk kazanan çocuğu sırtına alır, bulağın bir ucundan öbür ucuna kadar yüzerdi. Kazanan çocuk kaybedenin üzerine oturur: “Hadi, eşeğim! Hadi!” diye iki ayağıyla teperek tahrik eder. Bazen bundan kavga çıkardı.

      Kenes ismindeki arkadaşımız hakem olur, iki kişiyi “bir, iki, üç!” diye suya daldırırdı. Kurbağa gibi hantalca dalar, sonra suyun dibindeki sukamışına ellerinle tutunarak beklersin. Nefes almazsın. Nefes alırsan, ağzına su kaçar. Dışarıdaki hakemle diğer çocuklar sayarlar. Kim önce çıkarsa, o kaybetmiştir. Ben ise suyun dibinde gözlerimi açar beklerim. Sallanan, hareket eden sukamışını görürüm. Suyun altında orman var. Karma karışık bir hayat. Sukamışlarının arasında bir sürü ayı balığı görünürdü. İhtimal, nazarımı onlara çevirip baktığımdan veya gözlerim teneffüs ettiğinden uzun müddet kalırdım suyun dibinde. Dışarıdan sönük sönük sesler gelirdi. Birisi:

      “Ölmüş olabilir.” der gibi olurdu.

      İşte o zaman elimi sukamışlarından çekip dışarıya fırlardım. Çocuklar gürültü kopararak alkışlarlardı.

      “Herhalde sen borucukla suyun dibinde yatarsın!” dedi kaybeden Joldasbek.

      “Ne borucuğu? Borucuk olursa, suyun üzerinde görünmez mi?” diye tartışmaya girerim ben. Joldasbek ’in kısa boyu olmasa, aslında benden büyüktü. Büyüklük yapıp bana “eşek” olmak istemez. Ben ise kabul etmiyorum. Sonunda iş yumruk atmakla biter. Kavga ederken kendime çok tanıdık olan acı bir ses duyuldu. Allah’ım nereden geldiğini göremediğim Ayşe ansızın geliverdi. Elinde Batırhan var. Meğer çok geç olmuş, Ayşe işten dönmüş. Ne zamandan beri Batırhan’ı getirip derenin kenarında olan çimenliğin üzerinde oturtarak: “Hareket etme!” deyip gitmiştim. Bir-iki defa baktığımda çömelerek oturuyordu. Meğer bu çocuk sürünerek kıçıyla hareket edip suyun kenarına kadar gelmiş. Ayşe geldiğinde, Batırhan yarı yarıya suyun içindeymiş. Biraz hareket etse suyun dibine dalardı. Dibinde ise deve bile batardı.

      Kaçamadım. Kaçabilirdim fakat inatçı Joldasbek beni yakalamıştı. Ayşe elimi arkama çevirip Berdımbet deresindeki Jalbız büvetine kadar beni getirdi, sonra Batırhan’ı nane otunun üzerine oturttu ve başımı suya daldırdı, daldırdı.

      “Madem suya girmek istiyorsun, bat bakalım! Suya Batırhan’ın batmasındansa en iyisi sen bat!”

      Derenin öbür ucundan Kamka seslenir.

      “Ayşe! Hey Ayşe! Bırak çocuğu! Barshan’a vurma! Canım, bırak çocuğu!”

      Ayşe Batırhan’ı kucağına alarak eve gitti. Suya daldırıp dövünce, ağlamaz mıyım ben? Gündüz arkadaşlarımın yanında ağlamadım ama gece Ay’a bakıp hıçkıra hıçkıra ağladım. Dertten anlayan bir tek Ay vardı.

      Beni koruyup kollayan Murtaza vardı. Gerektiği zaman Ayşe’ye kızan Murtaza. O da artık yoktu. Ay’ın da zaten derdi çoktu. Kederlenmişti sanki. Sessizdi her zamanki gibi. Hıçkırıklara boğulmuş ağlayan bana sessiz sessiz baktı.

      KURBAĞA

      Dünyanın yüzü çok değişik. İnceleyip de bitiren kimse yoktur onu. Bazen serap gibidir, bazen ise civa. Aspara’nın buzul dağından kaydığı gibi nereye düştüğü belli değil. Mesela, Murtaza. Talas Aladağ yamaçlarında dünyaya gelir, sonra Uzakdoğu ormanının çam ağaçları dibinde kemikleri gömülür diye kimin aklına gelirdi ki?

      Hey gidi dünya, hayallerden yaratılmış gerçeklerle canı acıtılmış koskoca dünya! Hayalinin peşine düşüp de sonuna kadar yetişebilen kim var acaba? Böcek ve haşerat, yılan ve çıyan, hepsi yaşamak ister, diri olmak ister. Belki onlar da tahayyül ederler. Biz ne biliriz, karıncayı ezer, kuşu cıvıldatır, yuvasından yumurtalarını alırız. Civcivi yakalayarak seveceğiz diye işkence eder, günah işleriz. Meğer her şey beyhude imiş.

      Çocukluktandır belki.

      Çocukken Talasbay denen bulak suyunda yüzen kurbağalara ok fırlatır, taş atardık. Kurbağanın acı halini kendi gözlerimle gördüğümde korktum ve bundan sonra kurbağalara kötülük yapmamaya ant içtim.

      Ayşe, beni Jalbız bulağında başımı daldırarak epey dövdükten sonra, ertesi gün yine kardeşim Batırhan’ la beraber kaldık. Evde deli tavuk gibi dolaşıyordum. Ayşe pancar toplamaya gittiğinde tembihlemişti: “Eğer evden çıkarsan, dün çektiğin az değil, yoksa!” demiş ve içine ayran koyduğu kavanozu çuvalın içine koyarak gitmişti.

      Orada oturdum, beride oturdum. Bir Kurmaş’a baktım bir Batırhan’a baktım. Vakit geçmek bilmedi. Bir ara Batırhan’ın hıçkırığı duyulmuş gibi oldu. Belki dışarıya çıkmayı o da istiyordur. Talasbay bulağı tarafından gürültü duyuluyordu. Sabredemedim. Çocuğu arkama atıverdim. O da alışmış düşmemek için boynumu bembeyaz parmaklarıyla sıkarak tuttu. Kurmaş’a evde kalmasını sıkı sıkı tembihledim ve dışarıya çıktım.

      Evvela, Berdımbet deresinden, sonra Salbi deresinden geçtik. Kötü hırçın bir köpek havladı. Talasbay bulağına geldik. Öser, Joldasbek, Amanbay, Surapaldı, Tılepaldı, Süleyman herkes bulağın başında oynuyordu. Henüz İkinci Dünya Savaşı’nın olmadığı günler. Yanlarına yaklaşarak, Batırhan’ı yere indirdim ve hem o hem de kendim çömelerek oturduk. Onlarla beraber oynamaya pek istekli değildim. Çocuk tekrar suya dalarsa diye korkuyordum.

      Onlar, neden gelmiyorsun der gibi şaşkın şaşkın baktılar ve tekrar cumbadak suya daldılar. Yeniden “nefes alınmaz” oyununa başladılar. Seyrediyordum. Kurnaz Joldasbek habire kazanıyordu. Dışarda ise Kenes “bir, iki, üç…” diye sayıyordu. Joldasbek suya dalar, sonradan tekrar gururlanarak çıkar. Ben olsaydım, hep suyun dibinde yatardım, bu ise hızla çıkar. Yine de kazanıyordu.

      “Ne kadar da kurnaz.” dedim. Yanıma Amanbay sokuldu:

      “Hadi gel, sen yoksun. Çocuk bizi mahvetti.”