Murtaza Şerhan

Ay ile Ayşe


Скачать книгу

epey oldu. Murtaza varken onlar devamlı gelip gidiyorlardı. Evet, olup biten aynen civcivin aklıyla, bozdoğanın kanadıyla oldu. Murtaza’nın “halk düşmanı” olarak ilan edilmesinden sonra evimize gelmeye korkuyorlar herhalde.”

      “Anne, o zaman, Murtaza tüm halka mı başkaldırmış?” diye dayanmadan sordum.

      “Yahu, ne başkaldırması? Zenginin çocuğu diyorlar, Troçki diyorlar, Rıskulov diyorlar, atacaklarsa iftira çok ki.”

      “Troçki, Rıskulov nedir?”

      “Ben ne bileyim, Stalin’e muhalif diyorlar.” Birden Ayşe’nin sesi soluğu değişti:

      “Sakın sen sen ol bu tür kelimeleri ağzından çıkarma sakın!” diyerek uyardı.

      “Her ne ise anne, bırak onu da kız günlerini anlatsana.” diyerek sohbeti yine canlandırdım. Ayşe kızdığını unutarak gülümsedi ve kızının başını okşayarak tekrar tatlı günlerine döndü.

      “Süttimbek dayımın evinde olan yengem Anargül, mekân-ı cennet olsun, ilginç insandı. Kendisini on dört veya on beş yaşında getirmişlerdi. İhtimal, o zaman benden biraz büyüktü. Çocuktu henüz. Bizimle birlikte oynamaya koyulurdu. Dağa çıkar sakız toplardık. Dağa çıktığımızda, iniş tarafı avuçlarına sığarcasına küçük görünürdü. İşte o zaman yengem büyük taşın üzerine oturur inişe bakar ağlardı:

      “Tastöbe Kölkaynar’ım benim.” diyerek uzağa bakar ağlardı. Meğer Tastöbe Kölkaynar, onun doğduğu köy imiş. Janbay Janıs boyunun yerleştiği yermiş. Orası da pek uzak değilmiş, Ayşe gülmeye başladı. Ayşe gülerse, bizler de sevinirdik.

      “Yengeciğim, niye ağlıyorsun?” diye sordum.

      “Köyümü özledim. Köyün kadrini evlendiğinde bilirsin.” dedi yengem. Tam da dediği gibi çıktı.”

      Ayşe ah çekerek:

      “Çok geçmeden ben de evlendim ve Burıl’ın dağını özlemiştim. Kısmetmiş, Murtaza gelip beni görmüş. Allah’a şükür, böyle bir şey de varmış kaderimizde. Murtaza’nın bir kız kardeşiyle Süttimbek dayım evlendi. Sonra da Tastöbe Kölkaynar’ım benimle evlendi. Aslında Süttimbek’in kız kardeşiyle Murtaza evlenecekmiş. Değişim mi ne yapacaklarmış?”

      Ayşe dudaklarını şak etti.

      “Meğer kadermiş, on altı yaşımda buraya ben gelin olarak geldim. Murtaza benden önce iki defa evlenmiş. Birincisi, şu Janabay boyundan eski Bayzak Datka’nın torunu olan Kabılbek’in kız kardeşi. Erken vefat etmiş, merhume. Sonra tekrar o köyden birisiyle evlenmiş. Onu çocuk doğuramadı diye mi yoksa başka bir sebepten mi, bilemem anasının evine geri yollamış. Sonra da benle evlendi Gelin olduğum gün beni beyaz bir ata bindirdiler. Burıl dağın Kırşındı köyünden sabahleyin çıktık. Tüm Baytana boyu uğurladı bizi, yar yar diyerek. Altımda at takımı, kuyruk kısmına kadar gümüşleyerek sırmayla örtülmüş beyaz at. Yol üzerinde Küyik boğazı denen dağ boğazı varmış. Orada biraz durakladıktan sonra yolumuza devam ettik. Şakacı arkadaşları, Joldasbek’in babası Sapa. Murtaza ile Sapa beyaz elbise giyinerek beyaz ata binmişlerdi. Daha başka adamlar da vardı. Öğle vaktinde Teris nehrini geçtik. Baktık, ileride bizi bekleyenler vardı. İlk olarak beni kucaklayarak öptüler, benim yanımdan hiç ayrılmayan Bayan yengem vardı. Güneş batana kadar şu Mınbulak köyüne gelmiştik nihayet… Şu zamana bak, bir rüya gibi.”

      Ayşe sessiz kaldı. Öksürmek istermiş gibi yutkundu, vücudu titredi ve biraz sonra sesli sesli ağlamaya başladı. Bizler korkuyla annemize baktık.

      “Anne, tamam anneciğim ağlama!” diyerek Kurmaş teselli etti. Ay ışığı o gece hiç görünmedi. Ev üstündeki kamışlar hışırdadı. Rüzgâr tekrar tekrar esti. Fırtınası dinmeyen ne biçim bir yer burası. Yoksa Ayşe’yi kamışın titremesiyle teselli etmek isteyen ervah-ı salih miydi?

      Ayşe yorganımızı üzerimize örtüp başımızı okşayarak:

      “Yeter artık. Gözlerinizi kapatın.” dedi.

      Gözlerimizi kapattık. Üzerimizi Ayşe’nin hüzünleri örttü. Dördümüz birbirimize sarılıp uyuduk. Sahi, Ay bu gece niye gelmemişti?

      NEVRUZGÖK KUŞU

      Ertesi gün karlar birdenbire eridi. Gece evin üstünde olan kornişin kamışlarını hışırdatan Altın Kürek rüzgârı imiş. Rüzgârın ismi “Altın Kürek”. İnsanları titreten, iliklerine kadar işleyen, kemikleri sızlatan, canavar gibi kış kıyametini bir gecede karmakarışık eden “Altın Kürek”. Sadece karı temizlemez, insanların kaygı ve kederini de telaşını da hafifleten altın kürektir.

      Bu sene rüzgâr meleklerin kanat çırpmasıyla adeta esiyordu. Kara niyetli karabasanların zehirli tırnaklarından, çaresiz kalan insanı kurtaran hayır gücüdür. Ayşe diyor ki, şeytanlar ile melekler her zaman savaşıp dururlarmış. Yoksa ben nereden bileyim? Şeytanı da meleği de görmedim ki. Göze çarpmadan savaşan ne biçim güçler onlar? O gün Nevruzgök kuşu gelmişti. Kuyruksallayan kuşlara bizde böyle isim verirler. Ayşe şöyle seslendi:

      “Hoş geldin Cennet Kuşu! Yuvan bozulmasın, civcivlerine kanat bitsin!”

      Serçe büyüklüğünde olan kuşa bu şekilde tapınırcasına hürmet ediyorlardı, çok enteresan. İnsanlardan hiç ayrılmayan yaramaz serçe kuşu. İki gözü boncuk gibi simsiyah, gökyüzü gibi renge bürünmüş, çok güzel bir melek. Gerçekten melek olabilir. Güçlü olmak için kocaman ve hırçın olmak şart değildir. Mesela, W.Chirchill’in yanında Mahatma Gandi ufaktı. W.Chirchill gibi asker elbisesi de yoktu. Sigara da içmedi. İçki de. Tabanca da kullanmadı. Tamamen çırılçıplaktı. Beline bağlanan kumaştan başka bir şeyi yoktu. Kimseye çirkin kelimelerle hitap etmiyordu. Kaşlarını çatarak kızmıyordu. Hiçbir mermiye ihtiyaç duymadan W.Chirchill gibilere galebe çaldı.

      Nevruzgök Kuşu, iyiliğin sembolüymüş.

      O gece Ayşe hikâyesini anlatmaya devam etti. Ona vesile olan yine Kurmaş idi. Azıcık yemeğimizi yer, gaz lambasını söndürür uyumaya koyuluruz. Erken yatağa uzandığımızdan mıdır nedir, uyku gelmezdi. Erken yatmayalım desek de gaz yağı yoktu ki. Gaz yağından tasarruf etmek lâzımdı. Gaz yağı olmadan lâmba yanmaz. Gerçi bazıları hayvan yağlarına fitil batırarak yakarlardı. Ona hayvan yağını nereden bulacaksın? Hayvan yağı bulunsa, sade su çorbayı neden içelim ki? Yağ gibi dona kalalım en iyisi. Milletin kışın erkenden yatması bundandır.

      “Anne, meğer senin bizden başka daha çocukların olmuş!” dedi Kurmaş.

      “Ah seni yaramaz kız, neler neler hatırlatıyorsun sen.” diyerek Ayşe doyulmaz sohbetine evvela isteksiz başladı.

      “Evet, vardı. Hem de üçünü verdi Allah. Ta kendisi verdi, kendisi aldı. İlkimiz oğlandı. Murtaza merhametliydi. Allah ona rahmet eylesin. İlkimize Kuttıbay ismini verdi. Kut getirsin demişti. Kör ninem, mübarek, kucağına basarak yetiştirmişti. Bir yaşı doldurur doldurmaz çiçek hastalığından vefat etti. İkincisine Murtaza, Yeltay ismini vermişti. Halkı idare eden böyle birisi varmış eskiden. Onun ismini verdi işte. O da çiçek hastalığından öldü. Üçüncümüz kız bebeği idi. İsmi Setgül idi. Allah muvaffak kılsın diye bu ismi verdik. Tıpkı Murtaza gibi bembeyaz, kabuğu soyulmuş yumurta gibi güzeldi. Biçareye nazar mı değdi bilmem, o da vefat etti. Birden sonra öbürü derken, üçünü de kaybettik. Murtaza’nın saçları bembeyaz olmuştu. Sonra kolhoz dönemi başladı. Malımızı elden aldılar. Millet açlığa dûçar oldu. İnsanlar açlıktan ölüyorlardı. İşte böyle dehşet dönemde Barshan doğdu. Eylül’ün son günleri idi, Murtaza 28 Eylül derdi. Babanız dindar idi, çok kitap okurdu. Sonra…

      Barshan