Kemal Beyatlı

Yabancı İstanbul'da Bir Kerküklü


Скачать книгу

sekiz yetişkin ve beş çocuk kalıyordu. Hacmi belli olmayan bir çadırda da geceleri kadınlar ve çocuklar kalıyordu. Erkekler ise geceyi dışarıda yaktıkları ateşin etrafında geçiriyorlardı. İçeride sıklaşan bayanların arasında yatmak, uygun olmazdı. Akrabalık falan yoktu. Ama ayni şehrin insanları olmaları ve ayni dili konuşmaları nedeniyle içlerinde de yabancılık hissi yoktu. Geceleri, erkekler dışarıda çadırın önünde geçirmeye mecbur kalıyorlardı. Gündüzleri de kadınlar biraz da olsa dışarıya çıkıp, erkeklere uyuma, dinlenme fırsatı veriyorlardı.

      “Ne oldu Ayşe?” diye sordu Ahmet.

      Ağlayarak çadıra doğru dönen Ayşe;

      “Çocuk tükenmeye başladı Ahmet. Bir şeyler yap.”

      “Gecenin bu karanlığında ne yapabilirim ki?” Der gibi baktı Ahmet ve ellerini uzatıp çocuğu kucağına aldı.

      Birden, yüzü fark edilmeyen, ateşin etrafında oturanların birisinden bir ses yankılandı.

      “Sen üzülme bacı. Allah büyüktür. Geçer İnşallah.”

      Kendini tutamadı Ayşe, tekrardan çocuğu kucağına alıp çadırın içine koştu.

      Hiç hesapta olmayan bu göç, bir anda oluverdi. Daha iyi yaşam için değildi. Tam tersine, canı kurtarmak için, yollara düşmüşlerdi. Beklemedikleri bir sinsi pusunun içinde buldular kendilerini. Yol öylesine aldı kendilerini, bittiği yerde başladı, durmak bilmedi. Her gün evden çarşıya, çarşıdan eve mekik dokuyan, Korya Pazarı’nda ufacık manav dükkânından başka sermayesi yoktu Ahmet’in. Dünyası, ev ile dükkân arasındaki büyüklükteydi. Dedesinden babasına, babasından da kendisine kalan bir evi vardı. Sessiz, basit bir yaşam sürdüren ailenin böyle bu şekilde yollara düşmesi hayalinden bile geçmemişti.

      Çadırın içinde ayaklarını uzatacak yeri olmayan Ayşe, çocuğun başını omuzlarına dayayıp, boncuk boncuk yaşların gözünden süzüldüğünün farkında bile değildi. Yorgundu. Oturduğu yerde, çocuk ile beraber uykuya dalmıştı.

* * *

      “Hep oğlan derdin. Bak işte, nur topu gibi bir oğlun oldu. Müjdeyi, Ahmet’e ben veririm, hediyemi de alırım.”

      “Benden de alırsın Emine Teyze merak etme.” Gülüşmüşlerdi Ayşe ile ebe Emine Teyze.

      “Ayşecim, geçmiş olsun. Evimizi neşelendiren geldi nihayet. Tıpış tıpış yürüyecek, koşacak, dükkânda bana yardım edecek.”

      “Hayır, hayır, bırakmam. Okuyacak, belki doktor olur, kim bilir, belki de mühendis.”

      “Pazarda herkese şeker dağıtacağım. Herkes bilsin, benimde bir oğlum var artık.”

      “Sünnetini yaparız. Beyaz elbiselerle donatırız.”

      “Damat elbiselerini de beyaz yaparız.”

      “Beyaz… Beyaz… Beyaz…”

* * *

      “Allah-u Ekber, Allah-u Ekber!” alanda dalgalanan ses, sabah namazı vakti geldiğini hatırlatır. Göç edenlerin birisi, ellerini kulağına siper ederek avazı çıktığı kadar ezanı okur. Her darda kalanın sığınacağı tek yer Allah’ın rahmeti olduğunu bir kez daha hatırlatır.

      Tir tir titriyordu çocuk karanlık çadırın içinde. Titremesi, anneyi bile sarsmaya başladı. Anne, gözünü açar açmaz gözlerini çocuğun yüzüne dikti. İçini bir burukluk sardı. Çocuğun boynu, kollarının arasından düşüverdi.

      “Ahmeeet!” diye bir çığlık çadırın içinden yükseldi birden. Dışarıda, ateşin etrafında uykuya dalıp kafaları omuzlarına düşenler, bir anda irkilip yerlerinden fırladılar:

      “Ne oldu?” birbirine bakar oldu herkes. Çadırın içinden gürültüler geldi. Birbirini çiğneyerek, Ayşe’nin sesine koştular. Ateş, Ahmet’in ayaklarını yakmaya başlamıştı. Isı, vücudunda yükselmeye devam ediyordu…

27 Mayıs 2001

      İHSAN BEG’İN VASİYETİ

      “Başka ne yapabilirdim ki?”

      Tüm umutsuzluklarını, yaşamdan kopmalarını kırmak için tek çözümü kendini toprağa vermek olmuştu İhsan Beg’in. Sokakta, kahvede, evde kendi ailesi içinde bile küçümseyen bakışlara hiç aldırış etmiyordu. Elbette uygun bir günde, uygun bir saatte ve uygun bir yerde hepsinin karşına dikilecekti ve haykıracaktı:

      “Geç kalmadan bu toprakları biz sürmeliyiz.”

      Belki ilkin anlamayacaklardı. Ancak anladıkları zaman da yüzleri kızarıp utanacaklarını, saklanmak için bir delik arayacaklarını şimdiden hisseder gibiydi İhsan Beg.

      “Affet bizi, seni yanlış anladık” kekeleyip duracaklardı.

      İnsanoğlunun yaptığı bazı şeylerin gerekçeleri, aynı anda açıklanamaz. Bir süre sonra gereken açıklamalar yapılabilir. Bu süre belki çok uzun da olabilir. Ne demişler: Allah’ın küçük sabrı kırk yıldır. Ama gel de insanlara anlat. Herkes her şeyi aynı anda anlamak ister.

      Tarım işiyle uğraşmak tam anlamıyla sabır ister. Tarım işinden Begler de çiftçiler kadar anlarlar. Ekip-biçmekten ziyade mahsul veren topraklara herkes göz bebeği gibi bakar. Çiftçilerin ekilen toprağa iyi bakmaları, Begin o çiftçilere bakma derecesine göre ölçülürdü. İşte İhsan Beg ile çiftçilerin arasındaki ilişki, işveren ile çalışan arasındaki ilişki gibi değildi.

      Çiftçiler, Nur Baba Köyü’nün topraklarını öz toprakları olarak bellemişlerdi. Bu sahiplenmek hem köylüleri hem de İhsan Beg’i memnun etmişti.

      Her yıl mahsulden elde edilen paradan istisnasız herkes hakkını alırdı. İhsan Beg’in köylülere bir güzelliği daha vardı. Devlete ödediği vergileri kendi payına düşenden öderdi. Köylüyü buna katmazdı. Dededen babasına, babasından kendisine üstüne basa basa vasiyet edilmişti.

      Beg’in de bu insanlara karşı sorumluluğu olduğunun ve bu sorumluluğun yerine getirilmesi için çaba gösterdiği de aşikâr. Bu çaba ve uğraşı çiftçileri memnun ediyordu. Bir de bunun ötesinde Beg’in devlete karşı sorumluluğunun da olduğunun bilincindeydiler. Yeni makine alımı, gübre alımı, ekilen tarım arazilerinin sulama yöntemlerin geliştirilmesini ve daha neler… Bütün bunlara rağmen İhsan Beg’in güzel bir lafı vardı: “Biz bu toprakların insanlarıyız. Bu topraklarda çalışırız, eker biçeriz, yeriz içeriz ve devlete vergi vermekten de kaçınmayız, bu bir vatandaşlık görevidir.”

      Bunların hepsini bilip yaşamamıza rağmen neden böyle bir düşünce peşine sürüklenip gittiğini çözemedik. “Başka ne yapabilirdim ki?” sözünün altında derin bir haykırış olduğunu sezmeye çalışıyordu etrafındakiler.

      “Bu topraklar çok verimlidir. Bunu bizler işleteceğiz. Senin tekelciliğine son vereceğiz. Devlet baba bireylerin çıkarları değil toplumun çıkarını düşündüğü için Dakuk Kasabası’nın civarındaki tüm arazilere el koyuyoruz. Biz kendi adamlarımıza dağıtıp işleteceğiz. Artık gidebilirsin. Unutma ki biz izin verdiğimiz için gidebiliyorsun!” çıka gelen memurların, polislerin başındakinin balyoz gibi sözleriydi bunlar.

      Yıllarını o topraklara verip, dededen babadan kalma güzelim araziler bir çırpıda yok olup gitti. Devlet baba dedikleri ejderha, tüm Beglerin köylülerin umudunu yuttu. Alın terlerini içti. Derler ya geriye bir ceket ve ayaklarında yırtık bir çift kundura kaldı.

      Her gün güneş doğmadan çiftçilerin tarlalara koşmaları artık olmuyor. Her çiftçi sabahları aynı saatte erkenden horoz ötmeden kalkar, giyinip dışarı çıkardı. Ama tarlaya gidemiyordu. Tarlaya girmek bile onlara yasaklanmıştı.