Kemal Beyatlı

Yabancı İstanbul'da Bir Kerküklü


Скачать книгу

kadar yeni gelen aileler rasgele gelişi güzel Nur Baba Köyü’nde çadırlarını kurdular. Köyü gitgide çöp yığınları kaplamaya başladı. Onların köye girmelerinden sonra sinek, sivrisinek ve hele hele kocaman fareler köyde baş göstermeye başladı. Köyün camisine bile girmeye insanlar tiksiniyordu.

      Çadırlardan bir katlı evlere geçişten kısa bir süre sonra, evlerinin önünde pikap Japon menşeli arabalar göründü. Devlet baba işlerini kolaylaştırmak için onlara birer araba vermiş, yanında da on bin dinar ikramiye vermiş. Yeni yerleşim yerlerinde ellerinde iyi bir sermaye olsun diye vermiş. Fakat tarla yine boş duruyordu.

      Ne uğrayan var ne de soran.

      Toprakta oluk oluk çatlaklar oldu.

      Yeni köylüler ellerindeki parayla ikide bir şehre inip ihtiyaçları olan sebze meyveleri alıp kolay tüketici konumundaydı, keyiflerine diyecek yoktu.

      İhsan Beg ve bazı köylü arkadaşları evlerinin önünde veya evin arka bahçesinde ufak da olsa toprakta değişik sebzeleri ekmek için bölümlere ayırtmışlar ve günlük ihtiyaçlarını temin etmeye çalışıyordular.

      “Bunlar toprağı öldürdüler. Kaç yıl geçti, bu topraklar ne sürüldü ne de bir ilgilenen oldu.” İhtiyarın biri içini çekerek konuşuyordu, bir yandan da avucundaki nasırların yavaş yavaş azaldığını ve elinin içi daha yumuşak olduğunun farkına vardı.

      “Bu yöreyi bilmiyorlar. Ekseler de bir şey biçemezler. Buraların suyu başka toprağı başka havası da başkadır. Lalın dilinden anası anlar derler ya, işte öyle, bu toprağın dilinden ancak biz anlarız” dedi İhsan Beg. “Onun için kararımı verdim arkadaşlar…” devam etmek istedi fakat sağına soluna bakındığında gözlerdeki garip ifadeleri sezdi.

      “Ne oluyor arkadaşlar, niye böyle tuhaf tuhaf baktınız? Benden ne bekliyordunuz?” Sorusuna çok sevdiği saygı duyduğu Hasan Emmi söze karıştı, “Sen de mi İhsan Beg…” cümlesini tamamlamaya izin vermeden İhsan Beg söze atıldı. “Benim almış olduğum kararı yarın göreceksiniz, şimdilik yorumlarınızı erteleyin.” dedi.

      “Arkalarında koca bir hükümet var, devlet bilerek çoğuna silah vermiş. Çarşıda pazarda şımarık davranışları dikkatinizi çekmiyor mu?” dedi Hasan Emmi, “Bu yabani kişilere karşı tek başına bir çılgınlık yapmayı düşünmüyorsun her halde?”

      “Çılgınlık olabilir. Sert çiviye sert ve ağır çekiç gerekir. Yumuşak çivi için de küçük nazik çekiç kullanılır Hasan Emmi.”

      “Ne dediğini açıkla, insanları böyle meraklandırma” dedi Hasan Emmi.

      Uzun bir sessizlik odayı sardı. Konuşmalar sadece göz bakışları ile oldu. Herkes diğerinin konuşmasını bekliyordu. Kapı açıldı Hasan Emmi’nin gelini elinde içi ayran dolu büyük bir çini ile içeri girdi, arkasından misafirlerin sayısı kadar tas getirdi küçük oğlu.

      Kocandan haber var mı kızım?” diye sordu İhsan Beg.

      “Şehirde bir gün çalışıyor bir gün çalışmıyor. Gündelik çalışıyor Beğim. İş olmadığı zamanda kendi kendini yiyor.”

      “Sabırlı ol kızım, sen çocuklara dikkat et.”

      “İhsan Beg ayranını iç de kafandaki cinleri dışarı salıver bakalım.”

      “Ben yarın toprağı sürmeye çıkacağım.”

      İhsan Beg’in bu sözleri yıldırım gibi ortaya düştü. Oturanların çoğunun dudakları ayran tasına değmiş olsa da tastan bir yudum almadan tası dudaklarından uzaklaştırdı. Ağızlarında yutmaya aldıkları ayranı yutmakta zorlandı bazıları. Birbirine bakıp İhsan Beg’in bu lafına anlam veremediler.

      “Evet, yarın tarlayı süreceğim!”

      “Sana kim izin verir ki? Şimdi tarlaların sahibi onlar. Tapu dairelerine uğramadan kimsenin haberi olmadan tüm belgeleri değiştirmediler mi? Sen suçlu duruma düşersin. Onların aradığı da bu… Köylüden bir taşkınlık bekliyorlar, hemen silahlarla üstümüze yürüyecekler.”

      “Yok, Hasan Emmi yok. Benim düşüncem farklı…” dedi İhsan Beg, “Bu topraklar bizim olduğuna inandığımız gibi onlar da bu toprakların, onların olmadığına inanıyorlar. Bizim bir an önce bu toprakları yeşertmeye can atmamız kadar onlar bu topraklardan gidecekleri günü bekliyorlar… Onlar bu toprakları işletemeyeceklerini kendileri kadar devlet de biliyor. Amaç elimizdeki tüm olanakları da tüketip İllallah dedirtip bırakıp buraları terk etmek ya da bizleri buralardan sürmektir.”

      “Bunu biz de biliyoruz,” oturanlardan birisi lafa karıştı. “Ama nereye gideceğiz? Şehre alışmak da zor.”

      Alışılmış bir yaşam tarzını değiştirme endişesi, günahıyla sevabıyla alışılmışı sürdürmek rahatlığı, insanın olaylara bakış açısını daraltır. Bir sorunun, sorundan uzaklaşmakla çözülemeyeceğini, tam tersine sorun ile karşı karşıya kalındığı zaman kurtuluş yolunun ancak sorunun üstüne gitmekle olacağını, mangal gibi bir yürekle sistemin akışına kapılmamasını da göz önüne almak, İhsan Beg’ in kafasını çok önceden beri kurcalıyordu.

      “Bizim ölüp tükeneceğimizi kimse endişe etmesin. Bunu yapmaya tek Allah kadirdir. Onu da yaparsa, eh dünyada nasibimiz bu kadar imiş deriz gideriz. Ama gidişatın bunu göstermediği de ortada. Benim kafamı yoran bu tarla. Bizim gözümüzün önünde yok olup gidiyor. Toprak kuruyup çatlamaya başladı. Yüzeyi kum tanecikleri gibi oldu. Her rüzgâr estiğinde birazını alıp götürüyor. Birkaç yıl sonra bu topraklar bitecek demektir. Çocuklarımıza bırakacak bir avuç toprağımız kalmayacak.”

      “Karşı çıkarlar” sarma sigaranın dumanına karışan bu sözlerin arkasında pala bıyıklı Haydar Dayı, “Beğim bunlar garip insanlardır. Ne onlar bizi biliyorlar ne de biz onları. Hele bir bekleyelim gün ola hayır ola…”

      Klasik bir kaçış yöntemi, bekle gör. Zaman kaybından öte bir işe yaramayacağını, çoğu zaman da “ne yaparsanız yapın yeter ki bana dokunmayın ” düşüncesine kapılanların savunma yöntemini İhsan Beg’in haykırışı, ortalığı gürleyen bir ses tonu ile salladı:

      “Evet, sabah ola hayır ola, güneşin her doğuşu yeni bir başlangıcın habercisidir.”

      Ertesi sabah köyde kurşun sesleri duyuldu. Köylüler evlerinden dışarı fırladı. Yeni köylüler kapılarının önünde ellerinde silah bekliyorlardı. Tarlada sırtından vurulmuş, traktör üstünden yere düşmüş kan içinde İhsan Beg’ i gördüler.

      “İhsan Beg vuruldu… İhsan Beg vuruldu…”

      Çınlayan bu sözler, köylüleri daha tedirgin etti. Bu kez çoluk çocuk herkes tarlaya koşmaya başladı. Yeni köylüler bir katlı evlerinin önünde ellerinde silahlarla tetikte bekliyorlardı. İçlerinden birisi telaş içinde saklanmak için kurna bucak yer arıyordu, diğerleri de ona yer gösterir gibi işaretler edip aralarında fısıltılı fısıltılı konuşuyorlardı.

      İhsan Beg, ruhunu hala teslim etmemişti. İhsan Beg vuruldu lafını duyan Hasan Emmi yaşlı olmasına rağmen en hızlı koşanlar arasında idi. İhsan Beg› in cesedine yaklaştı, sırtından vurulduğunu görünce kendini tutamadı:

      “Vay kahpeler, vay alçaklar…”

      Beş kurşun sırtının değişik yerlerine isabet etmişti. Yüz üstü toprağa düşmüştü.

      “Neden böyle acele ettin İhsan Beg?” Kelimeler titrek dudaklarının arasından çıkıyordu Hasan Emmi’nin. Sakin bir tavırla hiç de kekelemeden yanıt verdi İhsan Beg:

      “Geç kaldım