Kemal Beyatlı

Yabancı İstanbul'da Bir Kerküklü


Скачать книгу

gövdesinin yarısı gömülüp, kayıp olan adam.

      “Ama çalışmak istiyorum.”

      Elleri birbirine kenetlenmiş, boynu bir tarafa sarkmış şekilde duran Cemal:

      “Camda yazmışsınız: Çırak Aranıyor” demesine pek anlam verememesine rağmen bunu söyledi. Üç günden beri dolaşıp dükkânların vitrinlerinde asılan ve dikkatini çeken bu yazıyı her gördüğünde umutlara kapılıp dükkânın içine dalıyordu. Dalış o kadar hızlı oluyordu ki, hasmının üstüne saldırır gibi çılğınca gidiyordu “Bu sefer kazanacağım! Bu sefer kurtuluşun yok!” Diyordu içinden… “Hayır” duvarına çarptığı an, boncuk boncuk ter sırtından aşağı inmeye başlıyordu… Birkez daha raundu kayıp ediyor ve vücudu ağırlaştıkça ağırlaşıyordu. Gölgesi arkasından zar zor sürükleniyordu…

      “Doğru, ama oniki onüç yaşlarında delikanlı istiyoruz, senin gibi zırtapoz değil. Senin yaşın kaç?”

      “Otuz iki amca.”

      “Bak, sen çıraklık yapamazsın.”

      “Yaparım yaparım,” bir solukta söyledi. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Yazar kasanın arkasından başını kaldırıp “evet” demesini beklerken “olmaz” kelimesi çekiç gibi başına indi. Gözleri karardı.

      Adamın iki dudağı arasından çıkan “olmaz” top mermilerinin kasvetinden daha acı, korku ve ölüm saçıyordu etrafa.

      “Üç gündür evime bir şey girmedi. Çocuklar aç!”

      “Kaç çocuk var?” “Dört abi.”

      “Masaları temizlemeyebilir misin, boş tabakları toplayabilir misin?”

      “Yaparım abi.”

      Kabul görüldüğünü hisseder gibi içine güneşin ilk doğuşunun ışınları girmeye başladı. Bağırsaklarındaki kuru sesler gidiverdi bir an. Evde sofra serildi. Sofrayı dolduracak bir şeyler bekleniyordu.

      O gün işe başladı. Fatih’te mahalle arasında küçük bir lokanta idi. Konu komşu ve yoldan geçenlerin ucuza karınlarını doyurmak için uğradıkları küçük bir lokanta.

      Boş masaları bile sık sık silip temizliyordu. Hazır olda bekliyordu. Gözleri patronun gözlerini, dudaklarından çıkacak her sözü kendi işi olduğunu sanıyordu. Müşterilerin arkasından hemen tabakları toplayıp rüzgâr hızıyla alıp yıkayıp ocakçının yanındaki dolaba istifliyordu.

      Alacağı yevmiye hakkında konuşmadılar. Önce işi bulmaktı gayesi.

      Akşama doğru, insanlar sokaktan çekilmeye başladı. Lokantada çalışanlar önlüklerini çıkartıp normal kıyafetlerini gidiler, gitmeye hazırlandılar. Aralarında üstünü değiştirmeye gerek duymayan bir Cemal vardı. Çünkü önlüğü falan yoktu. Gözleri patrondan başkasını göremiyordu. Patron dükkânın anahtarların hazırlayıp yazar kasada toplanan paraları çalışanlar görmeden, nazardan korumak için saymadan cebine indirdi. Cemal tüm cesaretini topladı ve patrona yaklaştı,

      “Yevmiyemi alabilir miyim?” demesine pişman olacağına korkuyordu, ama yapacak bir şey yoktu evde yavrular bekliyordu.

      “Dur hele, birkaç gün çalışta etini budunu görelim. Ondan sonra yevmiyeden bahsedersin!”

      Patronun sözleri Cemal’ı dipsiz kuyuya attı. Lambalar bir anda sönüverdi. Her yer karanlık. Cemal’in içi dışı kapkara oldu. Karanlıkta gözleri patronun göz pırıltısından başka bir şey görmüyordu, umutları suya düştü.

      Evdeki sofra boş açıldığı gibi boş toplanacaktı bu akşam da.

      Açlık insanı bazen cesaretlendirir olsa da, utangaçlık duygusu cesareti frenler de bazen. Bunun yarını da var. Şimdi patronla zıtlaşırsa iyi olmaz.

      Eve gideceği yüzü kalmamıştı. Ağlamak istedi gırtlağı kilitlendi. Kerkük’te babasının dükkânını hükümet tarafından yağma edilmesi emri verildiği günü hatırladı! Hükümet yandaşlarının dükkândan çuval çuval pirinç, un, mercimek ve teneke teneke yağ götürdüklerini gözünün önüne geldi. O anı hatırladı babasının göğsüne başını dayadığı anı ve aynı, şimdiki gibi boğazının kilitlendiği anı hatırladı; yılların birikimi bir anda tükendi gitti.

      Şimdide patronun “dur hele” demesi bir anda eşinin ve dört çocuğunun aç bekledikleri baba, eve gitmeye korkuyordu ve daha doğrusu utanıyordu…

      Ocağın bulunduğu tezgâhın arkasına geçti, eğilip tezgâhın altında müşterilerin masalarından arta kalan ekmek kırıntılarını cebine doldurdu ve evin yolunu tuttu.

Ocak 2002

      İSTANBUL’DA BİR KERKÜK’LÜ

      “İstanbul Fatih’te,

      Rutubetli Bodrum

      Katında Yaşayan

      Bir Kerküklü

      Dostuma”

      Birinci Mahmut Kaşgarlı Hikâye Yarışmasında – 2008 Mansiyon Ödülü Kazanan Hikâye

      Biz dünyaya gelir gelmez, Türkiye’ye sevdalanırdık. İlk aşkımız Türkiye’yi sevmekle başlardı hayat. “Oraları görmek kısmet olur mu?” diye hasret çekerdik hep. Bizim topraklar ile Türkiye topraklarının bir olduğunu, kurnazca bir oyun sonucu araya bir kırmızı çizgi çekildiğini ve adına da sınır denildiğini bilir ve bu kırmızı çizgilerin ardındaki Türkiye’yi özlerdik. Oraları görmek başka bir sevda, başka bir arzu, başka bir umuttu… Hele İstanbul! İstanbul’u görmek, bambaşka bir heves, bambaşka bir aşktı.

      Oradaki havayı bir teneffüs etsek… Sokaklarında bir gezip, dolaşsak… Bir şehir ki, iki kıtaya yayılmış, her tarafı sularla kaplanmış, tarih boyunca birçok komutanın rüyalarına girmiş, sonunda da Türklerin olmuş… İstanbul’un ne denli büyük ve muazzam, tılsımlarla dolu bir şehir olduğunu hayal edip dururduk.

      İstanbul’da, kimlerle görüşmek için can atmazdık ki! Bırakın ünlüleri, medyatik kişileri, futbolcuları… Bir bilseniz, orada yolda yürüyen insanlarla bile selamlaşıp, yanaklarımızı sonuna kadar gererek güler yüzle: “Ben geldim” demek; içimizin ta en derin hücrelerinden, daha içten, gülen bir yüzle; “Abi ben geldim”, “abla ben geldim” demek, umutların zirvesinde oturan bir umuttu bizim için. Irak’ta yaşadığımız işkencelerin ana sebebi bu aşktı; bu sevgiydi. Bu gözle görünmez bir bağlılıktı. Kerkük’te birçok Türkmen’in zindanlara atılması, ağır işkencelere tabi tutulması, hatta idam sehpasına çıkarılmasının ana nedeni de bu aşktı.

      Türkiye’den Irak’a veya körfez ülkelerine mal götüren kamyonlara, tırlara kollarımızı olabildiğince kaldırıp el sallar, akşamları da evde herkese anlatırdık;

      “Bugün Türk kamyonları gördüm, Türk şoförlere el salladım, onlar da bana el salladı…”

      “Senin ki de bir şey mi, ben molası verirlerken Türk şoförlerin yanına gittim. Onlarla konuştum bile…”

      Diğeri böbürlenerek cevap verirdi. Birde koynundan bir Türk gazetesi çıkarıp; “Bakın, bakın Türk şoförler bana gazete bile verdiler.” diyerek ortalığı kızıştırırdı.

      Bir diğeri:

      “Bana da Barış Manço’nun resmini verdiler,” derdi.

      Muhabbet öyle uzayıp giderdi.

      Baas rejimi, Türkçe basılmış her şeyi yasaklamıştı. Kamyon ve tır şoförlerin verdikleri yırtık pırtık gazete kâğıtları, sanatçıların resimleri kaç