Hatice Üzgül

Gece Yolcusu


Скачать книгу

p>Hatice Üzgül

      Gece Yolcusu

      TAKDİM

      Şu anda AYB Edebiyat Akademisi mezunu Hatice Üzgül’ün yazılarından oluşan “Gece Yolcusu” kitabını takdim etmenin heyecanı içindeyim. Yurdumuzda çeşitli isimler altında, benzer faaliyet gösteren kursların sayısı her gün biraz daha çoğalıyor. Bu da kültür ve sanat hayatımız adına çok sevindirici bir gelişme. Zîra okullarda sanata ve estetiğe yönelik faaliyetler iyice azaldı. Kompozisyon derslerinin önemi anlaşılmıyor.

      Onu gereği gibi verebilecek hocaların sayısı da çok olmasa gerek. İşte bu boşluğu bu tür akademik çalışmalar dolduruyor.

      Bu kursların sayısı çok ama öyle sanıyorum ki mezunlarının eserlerini kitaba dönüştüren sadece AYB’dir. Bununla da yetinmeyerek, ikinci yılda da şevkini kaybetmeden yazmaya devam eden kursiyerlerimiz için müstakil kitaplar çıkarıyoruz.

      “Sanatçı olunmaz, sanatçı doğulur…” derler; fakat bu tür rehberlik çalışmaları olmazsa kimin sanatçı doğduğunu nasıl anlayacağız? Zira sokak, meçhul şairler, mûcitler, ressamlar, müzisyenlerle dolu. Eğer iklimini bulamamışlarsa bu mizaçtaki gönül ehli insanlara, pratik hayata yabancılılıklarından dolayı “boşboğaz, avare, kaçık” gözüyle bakılıyor. Onlar kendilerini geliştirecek fırsatı ve iklimi bulamadıkları için sıradan heveskârlar olarak kalıyorlar.

      İşte bu kurslarda biz, onların zaten var olan yeteneklerini açığa çıkarmak için çalışıyoruz. Bu değerlerin harcanıp gitmemesi için, onlara bir iklim, bir atmosfer hazırlıyoruz.

      “Yeşermek için

      Toprağına düşmeli tohum

      Hava gerek, su gerek,

      Seninse altı çakıl, üstün kum

      Neylersin bîçare çekirdek…” demişim bir şiirimde.

      Evet, biz sadece onları teşhis ediyor; eğer çileli bir çalışmayı göze alırlarsa sanatçı olabileceklerini haber veriyoruz. Gerisi kendi gayretlerine kalıyor. Ha, bir de her el altı kitabında bulunan pratik bilgileri öğretiyoruz o kadar. Sanatçı doğmamış olanlarsa bu kurslar sayesinde iyi bir okuyucu oluyorlar. Şu okuyucu kıtlığında bu da az şey olmasa gerek.

      Biz sadece teşhis ediyoruz dedim. Fakat bu da sorumluluk gerektiren, ehliyet gerektiren bir şey tabi. Eğer zevki seliminiz yoksa delikanlının güzel yazdığına çirkin, çirkin yazdığına güzel dersiniz. Onu yanlış yönlendirirsiniz. Yahut da sadece kendi bildiğiniz tarza hapsederek çok renkli bir kalemin önünü tıkamış olursunuz. Zira Çehov’un bir hikâyesini kendisi yazmış gibi getiren öğrencisine zayıf veren hocalar vardır. Yanlış anlaşılmasın; kopya çektiği için değil, hikâyeyi beğenmediği için zayıf vermiş.

      Onlarla gönül birliği yaparak ruh zenginliklerini paylaşıyor, öğretirken öğreniyoruz da. Zira her insan Rabbimizin yazdığı tek nüsha bir kitaptır, bir koca dünyadır. Zamanla öğrencilerimizin içinde gıpta ettiğim değerler çıkıyor. Bu, çok yorucu, bir o kadar da heyecanlı bir çalışmadır. Sevgi, şefkât, sabır ve dürüstlük ister. Tarikatlardaki çileli yola benziyor.

      Rahmet hocamız Mehmet kaplan Bey, “Her sanatkâr az çok zanaatkârdır” derlerdi. Eğer sadece kabiliyetinize güveniyorsanız yarı yolda kalırsınız. İşin bir de işçilik kısmı var. Çok okuyup çok yazacaksınız. “Kağıt yırtılabilen bir şeydir” diyor Tarık Buğra.

      Kıvamını buluncaya kadar tekrar tekrar yazacak ve tenkide tahammül edeceksiniz. Bir kâfiyenin mahremiyetinde uykusuz geceler geçirmek kolay değil.

      Yeni kursiyerler içinden pırlantalar bulmak ümidiyle.

      Yazı hayatında Sevgili Hatice Üzgül’e başarılar diliyorum.

Ali AKBAŞ
HATİCE ÜZGÜL[email protected]

      1980 yılında İstanbul’da doğdu. Yazarlığa ilgisi, Nilüfer Hatun İlköğretim Okulu’nda öğrenciyken, küçük yaşta başladı. Nişantaşı Kız Lisesi’nde liseler arası öykü yarışmasında ikincilik kazandı. İstanbul Üniversitesi’nde eğitim gördüğü branş olan reklamcılık, kendisinin idealist yanını ortaya çıkardı. Sırasıyla Lowe, Alametifarika, Alice BBDO ve Markom Leo Burnett reklam ajanslarında çalıştı. Yaklaşık altı yıl reklam yazarlığı yaptı. Şu an Ankara’da yaşamaktadır.

      Süleyman ÜZGÜL ve Esma ÜZGÜL’ e…

      AVRASYA YAZARLAR BİRLİĞİ’ ne…

      KUŞLUKTA YAZARLAR ÜYELERİ’ ne…

      TEŞEKKÜRLERİMLE

      GÜNEŞ VE GÖLGE

      Kimsenin kimseyi anlamadığı, hatta herkesin birbirini bilinçli olarak yanlış anlamaya çalıştığı bir gündü. Offf çok yorucuydu. Kalabalığın çoğu, karşısındakini dinlerken ‘Ne anlatmaya çalışıyor acaba?’ diye değil, ‘Nerede açık verecek ve ben o açığın üzerine nasıl gideceğim acaba?’ diye düşünüyordu. Hatta ‘Sadece aklımdan geçenleri sıralayayım, bana ne diğerlerinin ne söylediğinden!’ diyen bile vardı. Ne gündü ama…

      Her şey benim Güneş’in doğumunu izlemek için kozmik vadiye gitmemle başladı. Güneş’e olan sevgim, kimi zaman beni buralara kadar getiriyordu işte. Bazı bazı sohbet ediyorduk onunla. Dertleşiyorduk. Bir gün ona “Seni yeterince tanıyor muyum acaba?” diye sordum. “Beni kendine yetecek kadar bile tanımıyorsun.” diye cevap verdi.

      “Seni daha çok sevmek için, daha çok tanımayı isterdim.” dedim.

      “Olur. Sana şahitlerimi göndereyim o zaman. Beni bir de onlardan dinle bakalım!” dedi.

      Kıskanmadım. Güneş’i gören, bilen, tanıyan tek şahidin ben olmadığımı biliyordum. Ona başka pencerelerden bakan, benim dışımda onu gözlemleyenler de vardı şüphesiz. Ve artık onlarla da tanışma vakti gelmişti.

      Çok geçmeden şahitler yanıma ışınlandılar. Nereye geldiklerini, neden geldiklerini bilmiyorlardı ama karşımdaydılar işte! Bir Bedevi, bir Eskimo, bir Yarasa, bir Günebakan, bir Köstebek, bir Kardan adam, bir de ben işte!

      İlk Bedevi sordu: “Sen de kimsin?”

      Etrafımdaki gruba bakıp kendimi sınıflandıramadım birden. Böyle bir topluluğa ismimi söylemek olmazdı. Kendimi ‘kadın’, ‘insan’ ya da ‘ruhani’ gibi sıfatlarımdan biriyle, beni en çok ifade edecek şeyle, tanıtmalıydım. Biraz düşünüp, “Ben Gölge!” dedim.

      Günebakan: “Biz buraya neden toplandık Gölge? Biliyor musun?”

      Ben: “Güneş’i anlamaya çalışıyorum da… Onu bir de size sormak istedim.”

      Toplulukta bir kahkaha koptu! Hep bir ağızdan bana güldüler.

      “Şu bizim Güneş’i mi anlayamadın?”

      “Bunda anlamayacak ne var canım?”

      “Kah kah kah!”

      “Hahahahaha, Güneş dedi ya!”

      Tutumları biraz aşağılayıcıydı ama pek umursamadım. Gülmelerindeki kibrin altında, aslında onların da sınırlı bilgisi olduğunun farkındaydım.

      Söze önce Bedevi başladı:

      “Güneş’i en iyi ben bilirim! Her gün doğuşundan batışına kadar, ona en yakın olan benimdir! Bana istediğini sor.”

      Eskimo lafını kesti:

      “Hayatımda böyle bir saçmalık duymadım! Güneş kim, her gün doğup batmak kim? Bir doğar, aylarca batmaz; bir batar, aylarca görünmez o.”

      Bedevi sinirlendi:

      “Seni yalancı adam! Gölge’yi kandırmaya mı çalışıyorsun? Buldun bir cahili, o saçma fikirlerini aşılayacaksın değil mi? Güneş bu, tabii ki her gün doğup batacak!”

      Yarasa alaycı ve küstah, yanındaki Köstebek’e fısıldadı:

      “Bu devirde hâlâ güneşin varlığına inananlar mı var? Bu ne cahillik! Güneş tabii ki yoktur! Ben şimdiye kadar hiç görmedim, sen gördün mü? Kanıtlanmış mı varlığı?”

      Bu