limci
Önce Hürriyet(KARAÇAY TÜRKLERİNİN GÖÇ HİKÂYESİ)
Töre-Devlet Yayınevi
Dündar Taşer Roman Teşvik Armağanı -1978-
ÖNSÖZ
1970-1971 ders yılında, o zamanlar Afyon’un merkez ilçe köylerinden biri olan, şimdilerde Eskişehir’e bağlı bulunan; Kafkasya’dan 1900’lü yılların başlarında göç etmiş Karaçay Türklerinin yaşadığı Gökçeyayla’da öğretmenlik yaptım. O ders yılı içinde yaptığım derlemeler, “Karaçay Türklerinin Köyü Gökçeyayla” adı ile Bengü Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı.
O derlemeyi yaparken göç etmelerinin hikâyesini de Kafkasya’yı çocukluğunda yaşamış ve 1905 yılında göçe katılmış bir kişi olan, (Bilingotlar sülâlesinden, 1313 Teberdi doğumlu) Yahya Evren’den dinlemiş ve notlarımın arasına koymuştum. Bu bilgileri, derlediğim folklorik bilgilerle harmanlayıp “Hürriyet İçin” adıyla romanlaştırdım. Eser; 1978 yılında, Töre-Devlet Yayınevi’nin açtığı yarışmada, “Dündar Taşer Roman Teşvik Armağanı” ile ödüllendirilmişti fakat o yıllarda kitaplaşması mümkün olmadı. Sonraki yıllarda adını “Önce Hürriyet” olarak değiştirdiğim bu çalışmam, 2006 yılında, Hikmet Neşriyat tarafından yayımlandı. Şimdi de “ÖNCE HÜRRİYET (Karaçay Türklerinin Göç Hikâyesi)” adıyla, Avrasya Yazarlar Birliği’nin kuruluşu olan Bengü Yayıncılık vasıtasıyla tekrar okurları ile buluşuyor.
Önce Hürriyet; Karaçay Türklerinin roman tarzında ürettiği eserlerin sayısı göz önüne alınırsa, bu alanda bir boşluğu dolduracaktır diye düşünebiliriz. Eser, aynı zamanda Karaçay Türklerinin tanıtılmasında da bir araç olacaktır.
Karaçay Türklerinin yaşadıkları acılar, ciltlerle kitapları dolduracak ve çok sayıda filme senaryo olacak kadar çoktur. Yetişecek Karaçay Türk’ü ediplerin, acıların yanısıra nice sevdaları ve mutlulukları da işleyecekleri eserleri görmenin ümidiyle o kalem erbaplarını “bugünden” hürmetle selamlıyorum.
Göç ve sürgün günlerini hatırlatacak fotoğrafları göndererek, eseri görsellik açısından zenginleştiren Karaçay Türkleri Ufuk Tavkul ve Ufuk Tuzman kardeşlerime de teşekkür ediyorum.
1
-Baydımat!…
Yorgun dudakların, yorgun bir kelimesiydi bu; yavaş söylenmişti; hasta dudakların fısıltısıydı ve tek kelimeden ibaretti fakat çok şey anlatıyordu. Yatağında her an ölüme biraz daha yaklaşan adam, bu kelimeyle çok şey söylüyor, söylemek istiyordu. Sevgi yüklüydü bu söz; duygu ve temennilerin, hislerin en güzelleriyle yüklüydü.
Baydımat, her an bu kelimeyi duymaya hazır, sedirin üzerinde yarı uyur, yarı uyanık bekliyordu. Ocaktaki ateşin fersiz aydınlatmasıyla loşlaşmış odada, üzgün fakat çevik hareketlerle kocasının yanına gitti; oturdu, elini tuttu. Hayat arkadaşının son günlerini yaşadığını bilmenin burukluğuyla doyasıya bakmaya ve diyeceklerini dinlemeye hazır bir vaziyette beklemeye başladı.
Çarlık Rusya’sının baskılarının yanısıra şu birkaç yıl içinde yaşadığı fakirlik de bir çembere almış; sıkmış da sıkmış; dayanılmaz moral çöküntüleri yaşatmıştı İsmail’e. Ömür boyu çalışıp kazandığı malını, merhamet ve itimadın verdiği gafletle bir serseriye kaptırmış; bu sarsıntı sonucu yaşadığı üzüntüyle vereme yakalanmıştı. Yüzü, yarı aydınlıkta daha sarı, bakışları daha da fersizdi. Kesik cümlelerle yine fısıltıyla, ağır ağır konuştu.
–Baydımat!… Ölüm bana çok yakın… Anamı, atamı, çocukları çağır. Helâlleşmek istiyorum. Son defa konuşmak…
Kadının gözleri doldu, boğazına hıçkırıklar düğümlendi; düğümler üst üste birikti, birikti; öyleyken kendini tuttu. Kayın atasının, kayın anasının yanında ağlaması, dövünmesi ayıp olurdu. Kalktı, ayaklarını güçlükle sürüyerek bitişik odaların kapılarına doğru yürüdü. Küçük tıklamaların ardından, yavaş çağrılar duyuldu.
–Ata, ana! Oğlunuz…
–Arslanbek! Kardeşlerini uyandır. Atanızın yanına gelin.
Baydımat odaya döndü, kocasının yanına çöktü. Fısıltı hafifliğinde seslenmeler, açılıp kapanan kapıların gıcırtıları duyuldu. Daha sonra da oda kapısı açıldı. Kayın atası Osman, eşikte görününce hemen ayağa kalktı. Atası Osman’a, onun ardından giren anası Ayşa’ya yer verdi. Onlar oturdular, Baydımat da oturdu. Daha sonra çocukların en büyüğü Arslanbek, üç kız kardeşiyle birlikte geldiler.
İsmail, güçlükle aralayabildiği göz kapaklarının arasından, donuk bakışlarla odadakileri süzüyordu. Anasının işaretiyle kalkan küçük kız, ateşi kuvvetlendirmek için ocağa birkaç odun daha koydu. Alevler yeni bırakılan odunları da sarınca büyüdü, oda daha da aydınlandı. Şimdi hastayı daha iyi görebiliyorlardı. İsmail’in dudakları kıpırdamaya; sevgi, hüzün ve ayrılık yüklü kelimeler dinleyenlerin kulaklarına, gönüllerine dolmaya başladı.
–Atam, anam! Çocuklarım!… Sizlerle helâlleşmek istedim. Sabaha çıkıp çıkamayacağımı bilmiyorum. Bildiğim tek şey, ölüme çok yakın oluşum. Sizler için, milletimizin hürriyeti için çok çalıştım. Rus pençesi kuvvetli geldi. Fakirlik sarstı. Hastalık, hepsinin üstüne bağdaş kurup oturdu. Sizleri, hür topraklarda büyütmek, evlendirmek isterdim. Olmadı, olmadı!… Kaderimiz buymuş…
Durdu, soluklandı ve devam etti.
–Gidin!… Burada tutsak yaşamayın. Padişaha başvurun. O, sizleri alır. Konya mı olur, Şam mı?… Nereyi uygun görürse oraya yerleştirir. Gidin, buralarda kalmayın…
Yine durdu, yine soluklandı. Odadakiler hastanın artık konuşamayacağını anlamışlardı. Helâlleşme zamanı gelmişti.
Osman kalktı ilkin. Dudakların belli belirsiz kıpırdanışlarında helâlleştiler. Sonra Ayşa görevini yaptı, sonra da çocuklar… Son nefeslerini kelime-i şahadet getirmek için harcayan İsmail’in bir elinden anası, diğer elinden de Baydımat tutuyordu. Osman, Yasin Suresi’ni ağır ağır okumaya başladı. Odadakiler, küçük kızın hıçkırıklarının tesirinde, çaresizliğin boşluğundaydılar. Büyüklerin gözleri dolmuştu; kızlar sessiz ağlıyorlardı. O anda, Ullu Karaçay köyünün imamı da sabah ezanını okumaya başlamıştı.
Sabah namazından sonra uzun uzun verilen salâ, Osman oğlu İsmail’in ölümünü Ullu Karaçay köyüne duyurmuştu. Acı haber, diğer Karaçay köylerine de ulaştırıldı. İsmail sevilen, sayılan, eşi dostu çok bir insandı. İkindi vaktine kadar ev doldu doldu boşaldı. Cenazeyi altı erkek yıkayıp defnetmek için hazırladılar.
Arslanbek üzgün, ne yaptığını bilmez bir şuursuzluk içindeydi. Ullu Karaçay’dan, komşu köylerden gelenler vardı. O, konukları karşılıyor; ihtiyarların ellerini sıkıyor; tokalaştığı gençlerle dört defa kucaklaşıyordu. Soranlara babasının hastalığı ve ölüm anı ile ilgili bilgiler vermeye çalışıyordu. Zihninde yalnız atası vardı. Onun yokluğunun gerçeği, içine, şimdiden katlanılması zor bir acı olarak çökmüştü. İşte yine yaşlı bir konuğun elini sıkmıştı. Konuk, Teberdi köyünden kaygı söz aytmağa1 gelmişti. Başını kaldırıp da göz göze geldikleri an, kalbinde sıcacık duyguların kaynamaya başladığını hissetti. Bu gözler… Bu gözler… Adam, akranlarının yanına gittiği hâlde Arslanbek, hâlâ yaşlı misafirin gözlerini düşünüyordu. Konuğun gözleri, ne kadar da o gözlere benziyordu. Düşündü, düşündü ve sonunda buldu; bu konuk, o gözlerin sahibinin babasıydı. Çok dalgındı, çok… En iyi tanıyacağı kişiyi hemen tanıyamamıştı.
Aklı bir yıl öncesine gitti. Köy gençleri olarak Teberdi’deki bir toya katılmış ve orada, Şahmelek’le tanışmıştı. Onunla söyleştiği, toyda tepsediği2 o gecede, Şahmelek’in kestane bakışlarını iyice beynine sindirmişti. Bir daha hiç unutmamış, unutamamıştı. O günden bu yana da kızı görmek için Teberdi’ye, gitmek istemişse de bir türlü fırsat bulup gidememişti.
Arslanbek utandı, kendine kızdı. Bu acının arasında böylesi düşüncelerin yeri olmamalıydı. Düşüncelerini, düşüncelerindeki Şahmelek’i anlayacaklar diye sağına soluna çekinerek baktı. Az ötedeki emmisi