nasibimiz bol arkadaş. Bu civarda, tam yüz kişi olduğunu tahmin ettiğim bir süvari birliği var; bizi arıyorlar.
–Ölümü arıyorlar!
–Doğru…
Bu arada ikisi de düşündü. Yüz kâfirin daha kılıçtan geçirilmesi zevkiyle hayal kurdular. Bu sefer sayı pek fazlaydı, işleri de o nispette zor olacaktı. Sessizliği Arslanbek bozdu.
–Onları öyle bir dar yerde kıstırmalıyız ki… Öyle doğramalıyız ki içlerinden hiçbiri kurtulmamalı. Böyle bir yer…
İkisinin de dudaklarından aynı kelime çıktı:
–Geçit Yeri…
Durulmazdı artık. Hemen ayağa kalktılar. Kucaklaşıp helâlleştiler. Atlarına binerken ikisinin de dudaklarında besmele vardı. Atlarını sürdüler, sürdüler… Geçit Yeri’ne vardıklarında Ruslar ters yönde gidiyorlardı.
–Kalabalık gelmişler! dedi Ocukoğlu.
–Anlaşılan korkuyorlar, canları pek tatlı, diye karşılık verdi Arslanbek.
Hemen orada, çarpışmanın planlamasını yaptılar. Rusların Geçit Yeri’ne doğru gelmelerini ve oradan geçmelerini sağlayacaklardı. Musa, geçidin girişindeki çamların arkasına, görünmeyecek bir şekilde gizlendi. Arslanbek, bir tepeye çıkarak iyice görünecek bir şekilde durdu, tüfeğini havaya sıktı. Mingi Tav’ın yamaçları, tüfek sesi ve Arslanbek’in narasıyla yankılandı:
–Topraklarımızdan defolun!
Ruslar durakladılar. Önce silâh sesinin ve naranın nereden geldiğini tahmin etmeye çalıştılar ve sonunda buldular. Karşı tepede, tek başına bir kişi, tüfeğini kendilerine doğru sallıyordu. Yüz kişilik birliğe karşı tek kişinin karşı koyması anlaşılacak gibi değildi. Bu Türklerde akıl yoktu… Eceline susamış bu Karaçaylıya karşı at sürdüler. Yine de ihtiyatlı davranıyor, çevreyi kontrol ediyorlardı. Arslanbek, Ruslar yaklaşınca geçide girdi ve kaçıyormuş gibi at sürmeye başladı. Onu takip eden Ruslar da geçide daldılar; az sonra, ancak tek atlının yol alabileceği eğri büğrü geçitte tespih tanesi gibi dizilmişlerdi. Uçuruma yuvarlanmamak için dikkatli fakat Arslanbek’e yetişebilmek için de olabildiğince hızlı gitmeye çalışıyorlardı.
Son Rus atlısı da tuzağa girince Ocukoğlu, gizlendiği yerden çıktı, atını hızlandırdı, yetişti. Kılıcıyla birini hakladı, sonra birini, birini daha… Ocukoğlu’nun kılıcı biçim sizyerde, zorlu bir zamanda yakalamıştı Rusları. Hiç aman vermiyor, hasımlarını birer birer haklıyordu. Rus askerlerinden bazıları dönerek karşılık vermek istedilerse de o daracık yol, o kadarcık manevra için bile yeterli değildi. Dönerek Ocukoğlu’na saldırmak isteyen birkaç Rus, atıyla birlikte uçuruma yuvarlandı. At kişnemeleri ve Rusların feryatları birbirine karışıyordu. Bazı Ruslar, tüfeklerini kullanmak isteseler de kimisi arkadaşını vurma ihtimali karşısında tetiğe basamıyordu; kimisi de silahını kullansa da ya kendi arkadaşını vuruyor ya da attığı boşa gidiyordu. Eğri büğrü ve daracık yolda, yolun içine kadar girmiş ağaçlar, yolculuğu olduğu kadar nişan almayı da zorlaştırıyordu.
Kaçıyor gibi görüntü vererek gitmekte olan Arslanbek, Rusların tuzağa düştüğünü görünce durdu. Üzerine teker teker gelmekten başka yapacak bir şeyi olmayan Ruslara karşı kılıç sallamaya başladı. Yüz yüze geldiği Rus askerlerinden bazılarının üzerine sinmiş bulunan ölüm korkusunu bakışlarından okuyordu. O an, “Karşımdaki de bir insan!” düşüncesiyle beliren acıma duygusunu hemen bastırıyor; en ufak bir gevşekliğin kendi canına mal olacağının şuurunda, karşısındakilerinin cansız bedenlerini uçuruma yuvarlamaya devam ediyordu. Bir taraftan da söyleniyordu: “Neden topraklarımızı işgal ve bizi tutsak ettiniz? İnsanlarımıza neden zulmediyorsunuz? Kendi topraklarınızda, evinizde huzur içinde yaşasaydınız…” Arslanbek’in kılıcından kurtulmak isteyen ve ölüm korkusuyla kaçmayı düşünen pek çok Rus askeri, geriye dönmek istese de başaramıyor; arkasındakine çarpıyor ve birlikte, atlarıyla uçuruma yuvarlanıyorlardı. O gün, o saatlerde geçit yeri ve çevresi kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, Rus feryat ve inlemelerine şahit oluyordu.
Ocukoğlu ile Arslanbek’in arasında üç Rus askeri kalmıştı. Ruslar, bulundukları yerde, korkudan fırlayacak kadar büyümüş gözleriyle aşağı yukarı bakındılar. Ne yukarıya, dik yamaca at sürmek mümkündü ne de aşağıya, uçuruma; kaçıp kurtulmaları mümkün değildi. Onların akıbeti de diğerleri gibi oldu. Mingi Tav’ın Geçit Yeri, yüz civarında Rus atlısına mezar olmuştu. Muzaffer iki yiğit kucaklaştılar.
–Ellerin dert görmesin, dedi Arslanbek.
–Türk milleti sağ olsun, dedi Musa.
Yorgun fakat mutluydular. Oradan hemen uzaklaşmaları gerekiyordu. Birlikte uzunca bir süre yol aldılar. Uzakta, bir yayla evi görünmüştü, evin önünde de birisi vardı ancak kim olduğu anlaşılmıyordu. Arslanbek, atının dizginini çekti.
–Orada bir Karaçaylı var. Beni görüp tanımaması gerek, dedi. Gitmeliyim…
Kucaklaşıp ayrıldılar. Arslanbek, yayla evinin önündeki kişinin görüş mesafesinden çıkıncaya kadar, köyü Ullu Karaçay’ın aksi yönünde at sürdü; daha sonra yönünü köyüne çevirdi. Tanınmaması, bilinmemesi için böyle davranması gerekiyordu.
Ocukoğlu, yayla evine doğru at sürdü. Tahmin ettikleri gibi ev, Karaçaylı bir hacınındı. Hacı, Ocukoğlu’nu karşıladı.
–Hoş geldin yiğit, dedi. Kimsin, kimin nesisin?
Musa, atından inmeden, bir çocuk mahcupluğunda kendini tanıttı.
–Bana Ocukoğlu Musa derler.
Hacı şaşırdı.
–Yaa… Sen hangi cesaretle böyle ortalıkta geziyorsun? Seni görüp de haber vermeyen kurşunlanacak.
–Korkuyorsan giderim.
–İn atından Ocukoğlu, dedi hacı öfkelenerek. Rus kâfirinden korkmam. “Hacı, konuğuna bakmadı.” dedirtmem. Ölsem de seni barındırırım. Sen gibi bir yiğit için canım da malım da feda olsun.
–Sağ ol…
Ocukoğlu atından gülümseyerek indi.
3
Teberdi köyü muhtarı Kaçğan, evinin önündeydi; konuşurken her zaman yaptığı gibi ellerini arkasına bağlamış, börkünü biraz geriye itmişti; karşısındaki gençlere bir şeyler anlatıyordu. Emir veren bir subay görünüşündeydi. Gençler de bir elleri hemen yanı başlarında duran atlarının dizginlerinde, süvari askerleri gibiydiler. İyi cins atlar, yolculuğa çıkacaklarını hissetmişliğin kıpırdanışlarında; yerlerinde duramıyor, hafif hafif kişniyorlardı.
–Tarihinde Türk milletine dur durak olmamıştır. Bundan sonra da olmayacaktır. Asya’nın ortalarından buralara göç eden atalarımız, Kafkasya’yı bize yurt edinmişler. Kaderimiz mi desem, sahip olamamamız mı desem, işte bu sebeplerden dolayı Rus milleti topraklarımızı işgal etti. İnsanımız tutsaklığa, başka milletin buyruğunda yaşamaya tahammül edemiyor. Son zamanlarda Karaçaylar arasında bir göç lâfı aldı yürüdü. Her yerde göç konuşuluyor. Ben de Teberdi köyü muhtarı olarak, artık bu topraklarda yaşanmayacağı görüşündeyim. Yaşasak da bu şartlar altında Rus bizi ezer, bitirir. Dilimizi, dinimizi, töremizi unutturur; sonunda Türk, Rus’a köle olur. Gönül ister ki Osmanlının bayrağı altına göçelim; oradaki kardeşlerimizle el ele yaşayalım. Allah nasip eder de kısmet olursa Rus’a kafa tutabilecek bir güce kavuşursak tekrar bu güzel toprakları alırız. Burada, düşmana köle olup körlenip gitmektense varıp Osmanlı