başlamıştı. Arslanbek, ezan sesinin verdiği ulvî duygularla, o ortama hakim olan ölüm acısının içine yeniden girdi.
Osman oğlu İsmail toprağa verilmişti. Hava kararmaya, Ullu Karaçay, İsmail’siz bir gece geçirmeye hazırlanıyordu. Akşam namazından çıkanlar, cenaze evine gittiler. Komşuların getirdiği yemekler yendi. Arslanbek, üzerine düşen görevleri yapmaya çalışırken, imam, Mülk Suresi’ni okudu. Daha sonra köyde “Hoca” diye anılan bir ihtiyar, bir ilâhi okumaya başladı. Arslanbek, gözünde atasının hasta yatağındaki hayali olduğu hâlde, kapıya en yakın yerde oturarak dinliyordu. Başı eğikti. Gözleri kilimin desenlerinde geziniyordu.
“Bismillah dep başlayalım,
Salât selâm söyleyelim.
Adet edip günde yetmiş defa
Tövbe edelim.”
Ne güzel bir kelime idi Bismillâh! Ne sağlam cankurtaran simidiydi tövbe! Hoca davudî sesiyle, ilâhinin mısraları içinde ilâhi öğütler veriyordu. Neler demiyordu ki: Her işin başında besmele çekilmesini, aksi hâlde şeytanın dost olacağını, kişinin arkasından konuşulmamasını, Kur’an okuyup kabre onun yoldaşlığında gidilmesini, kimseye zarar verilmemesini, oruçların tutulmasını, helâl ile haramın ayrılmasını… Arslanbek, mısralara kendini iyice vererek düşünüyordu. Aniden, düşüncelerinin arasına bir çift göz girdi, Teberdi’den bir çift göz… Şahmelek, aklına takıldı kaldı. Başı eğik, gözleri kilimin desenlerinde, öylece ne kadar kaldı bilmiyordu. Hocanın sesi ile irkildi. İlahi bitmek üzereydi.
“Gece olduğunda Ulu Allah’a şükür edip yatınız,
Sevgili kulu Peygamber’e salât selam söyleyiniz.”
Dudaklar, Peygamberimiz Hz. Muhammed’e salâvat getirmek için kıpırdadılar. İmam, uzun bir dua okudu. Ardından “Fatiha!” diyerek duaları toparladı. Eller, Allah’a açıldı. Osman oğlu İsmail’den, kimsesizlerin ruhlarına kadar her bir ölü, her bir Türk şehidi için dualar edilmişti. Her bir el, odayı dolduran “Âmin!” sesleri arasında, yüzlerde ve sakallarda gezindi.
2
Hava kararmak üzereydi. Arslanbek, Ullu Karaçay köyünü arkasına almış at koşturmakta, yayla evlerine doğru yol almaktaydı. İlerde görünen bir yayla evine ulaşmak ve orada gecelemek istiyor, bu sebeple acele ediyordu.
Evin yanına varır varmaz atından indi, hayvanı ahıra bırakıp bakımını yaptı. Çalı çırpı toplayıp ocağa yığdı, ateşledi; yamçısını, ocağın hemen yanındaki otların üzerine serdi. Eyeri yastık ederek kendini dinlenmeye bıraktı. Eylül başlarında olunmasına rağmen tesirli bir soğuk vardı. Arslanbek, bir taraftan yorgunluğunu atmaya çalışırken diğer taraftan da uyumamaya gayret ediyordu. Dağ başıydı, buralar tekin olmazdı. Ateş, cızırtılarla, tatlı bir sıcaklık vererek yanıyor; bedeninde, uykuya geçişi hissettiren tatlı bir gevşeme duyuyordu. Rüzgâr, kapıyı biraz aralamıştı. Aralıktan dışarıya doğru baktı; zifiri karanlıktan başka bir şey görünmüyordu. Aklına Şahmelek’i ve gözlerini taktı. Yarı uyur, yarı uyanık vaziyetteydi. Şahmelek bazen düşlerinde, bazen de düşüncelerinde beliriyordu.
Bir çift kor, kapı aralığında parladı. Arslanbek, bir ateşe, bir de kapı aralığına baktı. Ateş ocakta yandığına göre aralıkta görünenler ateş olamazdı. Bir çift gözdü bu; ancak bir kurda ait olabilirdi. Bu arada atı, huzursuz bir şekilde kişnemeye başlamıştı. Eli, kendiliğinden gümüş kamasına doğru kaydı. Yattığı yerden kurdun gözlerini takip etti. Kapı aralığındaki bakışlar, Arslanbek’in eyer üzerindeki başı ile ocaktaki ateş arasında geziniyordu; daha sonra kayboldu.
Arslanbek, kurdun bir keşif yaptığını, tekrar geleceğini tahmin ediyordu. Hemen yatış şeklini değiştirdi; şimdi, eyerin üzerinde ayakları vardı. Kurt, ilk hamlede, eyerin üzerinde diye tespit ettiği başının üzerine atlayacak ve gırtlağı parçalayacaktı; hep böyle avlanırdı. Dışardan su şıpırtıları duyuluyordu. “Galiba, su birikintisinde beleniyor.” diye düşündü. Yaklaşan kararlı ayak seslerini dinledi. Bir çift göz, kapıda yeniden göründü ve bu sefer beklemeden ocağa doğru koştu ve ateşin üzerine doğru silkindi. Tüylerindeki suyun serpintisiyle alevler can çekişmeye başlamıştı. Ateşi kendisi için zararsız bir hâle getirdiğine inanan kurt, eyerin üzerine doğru hamle yaptı. Arslanbek, o anı bekliyordu; kurdun üzerine atıldı. Gümüş kamasını hayvanın vücuduna birkaç defa batırıp çıkardı. Kurt, cansız yere serildi.
Arslanbek, kurdun leşini dışarıya taşırken aklına atı geldi. O, ahırda olmalıydı. Oraya kurtların girmesinin imkânı yoktu. Yine de bir kontrol etti; anormal durum yoktu. Döndü, kapıyı sıkıca kapadı; açılmaması için ardına taşlar koydu. Ateşi tazeleyip yamçıdan yatağına uzandı. Bu defa uyku tutmuyordu. Aklına, Kazavat Cır3 gelmişti. Türküyü, hafif hafif mırıldanmaya başladı:
Kalksana Ebubekir, sevgili arkadaşım;
Gelsene böyle yanıma.
Atlanalım uzak yola,
Binsene doru atına.
Arkadaşlar binip atlarına
Uzak yola giderler,
Selâm verip kartlarına
Din savaşı ederler.
Ay yanıp çıkmış idi,
Yıldızlar parlıyordu.
“Sav göreyim balam!” dedi,
Kart anam titriyordu.
Türkü söylemeyi kesti. Düşündü… Ne kadar da güzeldi türküler! Ne kadar da vatan, din, millet sevgisi doluydu. Kendini savaşa giderken anasına veda eden askerin yerine koydu. Türkünün geri kalan kısmını yine mırıltılarla söylemeye devam etti.
Anam, canım, sen ağlama;
Sil gözyaşlarını.
Din savaşına gidiyorum
Arama kabirimi.
Benim kabirim olacak
Geniş düzlerde, dağlarda.
Korkma anam, kalmaz kanım
Bir damla da düşmana
Arslanbek, türküyü, her bir kelimesinin üzerinde durarak, verdiği his ve heyecanı yudum yudum içerek söylüyordu. O an, kendi ninnisini söyleyen bir bebek gibiydi; türküler mırıldanırken uykuya daldı.
Gün doğmadan uyandı. Öğleye kadar at sürdü. Mingi Tav’daki4 bir mağaranın önüne geldiğinde arkadaşının beklemekte olduğunu gördü. Kucaklaştılar. Bu, Ocukoğlu Musa idi. Arslanbek’in akranıydı, silâh arkadaşıydı. Birlikte sırt sırta vererek Rus askerlerine karşı savaşıyorlardı. Mingi Tav, Rus askerlerine mezar oluyordu. Birlikte tuzaklar kuruyorlar, birlikte vuruşarak ölüm çizgisi üzerinde ölüme meydan okuyorlardı. Ruslar, bütün uğraşmalarına rağmen Mingi Tav’a hakim olamamışlardı. Daha kötüsü, meydan muharebesi yapmışçasına asker kaybetmiş, iki Türk’ün hakkından gelememişlerdi.
Bu iki Türk’ten birini öğrenmişlerdi; biri Ocukoğlu Musa idi fakat diğerini, Arslanbek’i bir türlü tespit edememişlerdi. Rusların Karaçay köylerine soktukları casuslar bile bilgi edinememişlerdi. Ne Ocukoğlu’nun yerini ne de arkadaşının kimliğini öğrenmişlerdi. Ruslar bütün Kuzey Kafkasya köylerinde ilân ediyorlardı: Her kim olursa olsun, Ocukoğlu Musa’yı görünce haber verecekti. Görüp de haber vermeyen, onu barındıran ve saklayanı bilip de ihbar etmeyen ölümlerden