Keziban Gülcan Kaya

Hüzün Geçti Kapımdan


Скачать книгу

an Gülcan Kaya

      Hüzün Geçti Kapımdan

      TAKDİM

      Şu anda AYB Edebiyat Akademisi mezunu Keziban Gülcan Kaya’nın yazılarından oluşan “Hüzün Geçti Kapımdan” kitabını takdim etmenin heyecanı içindeyim. Yurdumuzda çeşitli isimler altında, benzer faaliyet gösteren kursların sayısı her gün biraz daha çoğalıyor. Bu da kültür ve sanat hayatımız adına çok sevindirici bir gelişme. Zîra okullarda sanata ve estetiğe yönelik faaliyetler iyice azaldı. Kompozisyon derslerinin önemi anlaşılmıyor.

      Onu gereği gibi verebilecek hocaların sayısı da çok olmasa gerek. İşte bu boşluğu bu tür akademik çalışmalar dolduruyor.

      Bu kursların sayısı çok ama öyle sanıyorum ki mezunlarının eserlerini kitaba dönüştüren sadece AYB’dir. Bununla da yetinmeyerek, ikinci yılda da şevkini kaybetmeden yazmaya devam eden kursiyerlerimiz için müstakil kitaplar çıkarıyoruz.

      “Sanatçı olunmaz, sanatçı doğulur…” derler; fakat bu tür rehberlik çalışmaları olmazsa kimin sanatçı doğduğunu nasıl anlayacağız? Zira sokak, meçhul şairler, mûcitler, ressamlar, müzisyenlerle dolu. Eğer iklimini bulamamışlarsa bu mizaçtaki gönül ehli insanlara, pratik hayata yabancılılıklarından dolayı “boşboğaz, avare, kaçık” gözüyle bakılıyor. Onlar kendilerini geliştirecek fırsatı ve iklimi bulamadıkları için sıradan heveskârlar olarak kalıyorlar.

      İşte bu kurslarda biz, onların zaten var olan yeteneklerini açığa çıkarmak için çalışıyoruz. Bu değerlerin harcanıp gitmemesi için, onlara bir iklim, bir atmosfer hazırlıyoruz.

      “Yeşermek için

      Toprağına düşmeli tohum

      Hava gerek, su gerek,

      Seninse altı çakıl, üstün kum

      Neylersin bîçare çekirdek…” demişim bir şiirimde.

      Evet, biz sadece onları teşhis ediyor; eğer çileli bir çalışmayı göze alırlarsa sanatçı olabileceklerini haber veriyoruz. Gerisi kendi gayretlerine kalıyor. Ha, bir de her el altı kitabında bulunan pratik bilgileri öğretiyoruz o kadar. Sanatçı doğmamış olanlarsa bu kurslar sayesinde iyi bir okuyucu oluyorlar. Şu okuyucu kıtlığında bu da az şey olmasa gerek.

      Biz sadece teşhis ediyoruz dedim. Fakat bu da sorumluluk gerektiren, ehliyet gerektiren bir şey tabi. Eğer zevki seliminiz yoksa delikanlının güzel yazdığına çirkin, çirkin yazdığına güzel dersiniz. Onu yanlış yönlendirirsiniz. Yahut da sadece kendi bildiğiniz tarza hapsederek çok renkli bir kalemin önünü tıkamış olursunuz. Zira Çehov’un bir hikâyesini kendisi yazmış gibi getiren öğrencisine zayıf veren hocalar vardır. Yanlış anlaşılmasın; kopya çektiği için değil, hikâyeyi beğenmediği için zayıf vermiş.

      Onlarla gönül birliği yaparak ruh zenginliklerini paylaşıyor, öğretirken öğreniyoruz da. Zira her insan Rabbimizin yazdığı tek nüsha bir kitaptır, bir koca dünyadır. Zamanla öğrencilerimizin içinde gıpta ettiğim değerler çıkıyor. Bu, çok yorucu, bir o kadar da heyecanlı bir çalışmadır. Sevgi, şefkât, sabır ve dürüstlük ister. Tarikatlardaki çileli yola benziyor.

      Rahmet hocamız Mehmet kaplan Bey, “Her sanatkâr az çok zanaatkârdır” derlerdi. Eğer sadece kabiliyetinize güveniyorsanız yarı yolda kalırsınız. İşin bir de işçilik kısmı var. Çok okuyup çok yazacaksınız. “Kağıt yırtılabilen bir şeydir” diyor Tarık Buğra.

      Kıvamını buluncaya kadar tekrar tekrar yazacak ve tenkide tahammül edeceksiniz. Bir kâfiyenin mahremiyetinde uykusuz geceler geçirmek kolay değil.

      Yeni kursiyerler içinden pırlantalar bulmak ümidiyle.

      Yazı hayatında Sevgili Keziban Gülcan Kaya’ya başarılar diliyorum.

Ali AKBAŞ
KEZİBAN GÜLCAN KAYA

      15.11.1966 Tarihinde Sivas’ta doğdu. Üniversiteye kadar bütün öğretim hayatı bu ilde geçti. 1984 yılında kayıt olduğu Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden 1989 yılında mezun oldu. Bir süre Zonguldak’ta hâkim olarak görev yaptıktan sonra 1995 yılının Haziran ayında Danıştay’a tetkik hâkimi olarak atandı. Halen savcı unvanıyla görev yapmaktadır.

      İlkokul yıllarından itibaren şiir ve hikâye yazmaya başladı ise de üniversiteyi bitirdikten sonra uzun bir süre yazmaya ara veren Gülcan Kaya 2011 yılında Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Atölye çalışmalarına katılarak yeniden yazmaya başladı. Bu kitap yazarın ilk kişisel çalışmasıdır.

      Evli ve iki çocuk annesidir.

      BİR CAN BİR UMUT

      Edibe Hanım, pencerenin önündeki koltuğunda uykuya dalmak üzereydi ki kapının zili çaldı. Birden bire doğruldu. Geniş pencereli salonun sol üst köşesinde duran bu koltuk Edibe Hanıma özeldi. O, bu odada olsun ya da olmasın kimse oraya oturmazdı. Pencerenin perdesi de hep aralık dururdu.

      Edibe Hanım perdenin aralığından sürekli dışarıya bakardı. Neydi gördükleri? Üç apartmanın bacası, uzaklarda bir kaç ağaç ve biraz gökyüzü… Aslında o gözlerini ötelere dikerek bıkmadan, usanmadan birini beklerdi. Bunu herkes biliyordu.

      Çok konuşmazdı Edibe Hanım. Elinden düşürmediği tespihi ile sürekli dua eder, namaz vakitleri dışında oturduğu yerden pek kalkmazdı. Son yıllarda iyice çökmüştü. Yaşadığı ölüm acıları ve geçirdiği kalp ameliyatı onu iyice yıpratmıştı. Kızı Nergis, iki torunu, damadı ile birlikte yaşadığı bu evde ona karşı herkes çok saygılıydı. Herkes evin bu köşesine onu çok yakıştırıyordu. Bazen torunları sırnaşırlardı, yaşlı kadına. Onun iki yanına sokulurlar, başlarını dizlerine koyarlar, anneannelerinin yaşlı ve güçsüz ellerinin saçlarında gezinmesinden büyük mutluluk duyarlardı. Böyle yaptıklarında onun da mutlu olduğunu düşünürler, sırnaşmak için adeta fırsat beklerlerdi.

      Edibe Hanım başını kapıya doğru uzatarak seslendi: “Kim gelmiş Ebru?”

      Ebru iki kız torunundan büyüğüydü.

      “Nazlı teyzem anneanne.” diye cevap verdi.

      Hayır, beklediği o değildi. Yüzündeki merak ve heyecan ifadesi yerini yeniden hüzne bıraktı. Tekrar pencereye doğru döndü.

      “Merhaba anne!” diyerek içeri girdi Nazlı.

      Sessizce: “Merhaba.” dedi, annesi.

      Nazlı, eğilip elini ve yüzünü öptü annesinin.

      “Yine gelmediler.” dedi Edibe Hanım.

      Nazlı kimleri kastettiğini anlamıştı.

      “Anne işleri çıkmıştır, belki bayramda geleceklerdir.”

      “Keşke…”

      Nazlı ve Ebru umutsuzca bakıştılar. Nergis alışverişe gitmişti. Küçük kız torun okuldaydı. Az sonra Ebru da çıkacaktı. Edibe Hanım kızı Nazlı’yla baş başa kalacaktı. İki kızı, iki torunu onu evde hiç yalnız bırakmıyorlardı.

      “Askerliğini tecil ettirmek için hani Can gelecekti? Niye gelmedi?”

      Bu soruyu Nazlı’ya sormuştu. Çünkü böyle bir ihtimalden söz edip annesini umutlandıran oydu.

      “Oradan halletmiş olabilirler anne.”

      “Gelmeyecek mi?”

      “Bilmiyorum.”

      Nazlı da Nergis de çok kızıyorlardı yengelerine ve yeğenleri Can’a. Ağabeylerinin ölümünden sonra taşındıkları İzmir’den kendilerini ziyarete hiç gelmemişlerdi. Üzülen, kahrolan sadece onlar mıydı? Edibe Hanım, oğlunun acısıyla, Nergis ve Nazlı ağabeylerinin acısıyla yıkılmamışlar, yerle bir olmamışlar mıydı? Tam altı yıldır yengeleri ne onları İzmir’e istemiş, ne de Can’ı babaannesine göndermişti. Bu, vicdansızlık değilse neydi?

      Ebru hazırlanmak için teyzesinden izin isteyip odasına gitti. Tam o sırada Nergis elinde alış veriş poşetleriyle içeri girdi. Mutfağa uğrayıp elindekileri bıraktıktan sonra salona geldi.

      “Hoş geldin Nazlı” diyerek kardeşini öptü, birlikte kanepeye oturdular.

      İki