ölümü her şeyi alt üst etmişti. Altı yıldır hasretti Edibe Hanım Can’a.
Edibe Hanım’ın oğlu Bülent üniversiteyi Ankara’da Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinde okumuş, ihtisasını İstanbul’da yapmayı tercih etmişti. Eşi Filiz’le asistan olduğu hastanede tanışmışlardı. Filiz aynı hastanede hemşireydi. Oysa Edibe Hanımın hayali gelininin de oğlu gibi doktor olmasıydı. Bu nedenle karşı çıkmıştı. Sonra Filiz’in ailesinin bazı davranışları ve istekleri üzmüştü onları. Büyütülecek şeyler değildi belki ama Filiz gereğinden fazla büyütmüş eşinin ailesine adeta kapıları kapatmıştı.
Nazlı ve Nergis annelerinin oturmakta olduğu koltukta başının omzuna yavaşça düştüğünü gördüler. Nergis içeriden küçük bir battaniye getirip annesinin omuzlarına doğru örttü. İki kardeş sessizce mutfağa geçtiler.
Edibe Hanım uyumuyordu.
Ne kadar zaman geçtiyse kapının zili yine çaldı. Edibe Hanım irkildi. Yüreği yerinden kopacaktı sanki. “Bu sefer kesin o.” dedi içinden. Kapının zili bir kez daha çaldı. Ama neden kimse bakmıyordu? Nergis diye bağırmak istedi ama sesi çıkmıyordu. Başını kapının olduğu tarafa doğru yavaşça çevirdi. Kapının açıldığını duydu. Ve arkasından bir erkek sesi… Genç bir erkek sesiydi, bu. Can olmalıydı. Biraz sonra salonun aralık kapısından içeri uzun boylu yakışıklı bir genç girdi. Tıpkı oğlu, Bülent’ti… Kalın siyah kaşlı, uzun kirpiklerinin bakışlarına derin anlamlar kattığı, hafif kalınca alt dudağının yüzüne daima gülümseme havası verdiği bu genç, torunu Can’dı. Edibe Hanım sevinçle fırladı yerinden. Can diye kollarını iki yana açtı. Can da babaannesine sarılmak için eğildi. Dakikalarca sarılı kaldı babaanne torun. Belli ki Edibe Hanım yılların hasretini çıkarmak istiyordu. “Canım canım güzel oğlum, güzel yavrum. Geldin ya bak, geldin ya. Benim canımın parçası, güzel kokulu Bülent’imin parçası. Bülent’im Can’ım…” diye söyleniyordu. Can hiç konuşmadı. Bir ara sessizce “Canım babaannem” dedi, o kadar. Sesi titriyordu. Babaannesi Can’ı göğsünden biraz uzaklaştırarak yüzüne baktı. Ne kadar da babasına benziyordu. İkisinin de gözleri nemlenmişti, dudakları titriyordu.
Can Babaannesinin koltuğuna oturmasına yardım etti. Kendisi de ayakucuna kıvrıldı. Tıpkı Elif ile Ebru’nun yaptığı gibi başını babaannesinin dizlerine koydu. O da tıpkı kızların başını okşar gibi Can’ın başını ellerinin arasına aldı ve okşamaya başladı. Çok mutluydu. Sevinçten ne söyleyeceğini bilemiyordu. Aslında Can’a söyleyecek çok şeyi vardı ama hepsini unutmuştu. Konuşursa o anın büyüsü bozulabilirdi. Titreyen elleriyle torununun gür saçlarını okşamaya devam etti.
Nergis’le Nazlı çay hazırlamış, kek yapmışlardı. Sıra annelerini uyandırmaya gelmişti. Biraz da evdeki kasvetli havayı dağıtmak için keyifle girdiler salona.
“Annelerin sultanı hadi kalk da birlikte çay içelim!” dedi Nazlı.
“Edibe Hanım, bu kadar tembellik yetmez mi?” diye takıldı Nergis.
Edibe Hanım hiç kıpırdamadı. Battaniyesi dizlerinin dibine düşmüştü. Elleri dizindeydi. Sanki elinde bir şeyleri tutuyor gibiydi. Yüzünde oldukça huzurlu bir tebessüm vardı. Başı bıraktıkları gibi sol omzunun üstüne eğikti.
Kızları, annelerinin bu kadar derin uyuyamadığını biliyorlardı. Yüzlerindeki tebessüm bir anda kayboldu. Endişeyle yürekleri daraldı.
Yoksa… Ve ikisi birden haykırdı.
“Anne! Anne !”
Annelerinde ses soluk yoktu. Ne yapacaklarını bilemediler. Sonra Nergis kendini toparlamaya çalıştı. Hafifçe annesinin başına dokundu, ellerini tuttu. Buz gibiydi her yanı. Dolu gözlerle, acıyla ve çaresiz kardeşine baktı.
Birbirlerine sarıldılar.
Kızlarının gözlerinden sicim gibi yaşlar boşalırken, Edibe Hanımın eli Can’ın saçlarındaydı.
Edibe Hanım mutlu görünüyordu.
BEYAZ EV
Teyzem anneme hiç benzemezdi. Ne görünüm olarak ne de karakter. Annem kısa boylu şişman, çok güler yüzlü bir kadındı. Onu herkes Adile Naşit’e benzetirdi. Teyzem ise, anneme göre daha uzun boylu, oldukça zayıf ve suratı da çok asık bir kadındı. Hiç çocuğu yoktu. Kendisi gibi asık suratlı bir kocası vardı. Bu adam hep mi böyleydi yoksa teyzemle evlendikten sonra mı böyle oldu bilmiyorum.
Teyzemin evi, kasabanın zenginlerinin oturduğu mahalledeydi. Çok gösterişli bir evdi. Bahçenin tam ortasındaki bu beyaz boyalı, geniş balkonlu, ahşap panjurlu ev bize bir saray gibi görünürdü. Evin üst katı alt kattan bağımsızdı ve üst kata geniş beyaz mermer merdivenlerden çıkılırdı. Merdiven tırabzanları da ahşaptı. Evin her iki katında da teyzemler otururdu. Bazen, bu kadar geniş bir evde teyzemle eniştemin birbirlerini nasıl kaybetmediklerine şaşardım.
Oysa bizim evimiz çok küçüktü. Bir giriş ve kapıları bu girişe açılan iki odadan ibaretti. Odalardan biri annemle babama aitti. Giriş ve öteki oda ise hepimize. Ve biz bu evde tam altı kişi yaşıyorduk. Annem, babam, kardeşlerim, ben ve babaannem. Çok zaman teyzemin evinde bizim, bizim evimizde de onların oturması gerektiğini düşünürdüm. Bana göre bu daha adildi.
Annem, teyzemin titizliğinden, bizim de yaramazlığımızdan çekindiği için olsa gerek bizi teyzemin evine çok götürmezdi. Kendisi de sık gitmezdi. Teyzemle eniştemde bize çok az gelir ve hiçbir şey yiyip içmeden kalkarlardı. Nedense bize geldiklerinde hep “az önce sofradan kalkmış” olurlardı. Annem bu durumu da onun titizliği ile açıklardı. Ama babam çok kızardı. “Seni beğenmiyor işte kardeşin” derdi. Ben önceleri bunun üstünde durmuyordum ama büyüdükçe bunu sorun etmeye başladım. Oysa annem de çok temiz ve düzenli bir kadındı. Ne evimizi ne de bizi ihmal ederdi. Çok güzel yemekler, çok güzel börekler yapardı. Hele bir içli kete yapardı ki, babaannem bile, “sen beni geçtin” derdi.
Bana kalırsa, teyzemin kendisiyle bir sorunu vardı. Belki herkesin dediği gibi çocuğunun olmaması onu bu hale getirmişti. Annemin de ara sıra “bir çocuğu olsaydı, böyle olmazdı” dediğini hatırlıyorum. Ama teyzem çocukları sevmezdi ki. Eğer derdi çocuk olsaydı bizi sevebilirdi. Bir gün bile bize gülümsediğini görmedim. Bu tutumunun yalnızca bize karşı olmadığına sevinirdim. Herkese karşı aynıydı. İstanbul’da oturan dayımlar da kasabaya geldiklerinde teyzeme değil bize gelirlerdi. Bazen o küçücük evimizde on kişi olurduk. Ama ne annemin ne de babamın şikâyet ettiklerini duydum. Bizde bu durumdan çok mutlu olurduk.
Okulumuz teyzemin evine daha yakındı. Bir gün, okul aidatının son günü olduğu halde para getirmeyi unutmuştum. O gün, aidatı getirmeyenler, günlerdir hatırlattığı halde sözünün dinlenmediğine kızan müdürün talimatıyla, okula alınmadılar. Hemen gidip getirirsek derslere girebileceğimizi söylediler. Eve gidip gelmek gözümde büyüdü. Aklıma teyzem geldi. Bir koşu gidip alıp gelebilirdim ve hiç zaman kaybetmeden de derslerime girebilirdim. Bu iyi fikirdi. Sırtımda çantamla koşmaya başladım. Teyzemin evinin her zaman kapalı duran bahçe kapısı açıktı. Hızla girdim bahçeye. Bir yandan da bağırıyordum. “teyze! Teyze!” Aynı hızla üst katın merdivenlerini çıkmaya başlamıştım ki merdivenlerin başına gelen teyzemin;
“Orada kal sakın yukarı çıkma” diyen gür sesiyle olduğum yerde kaldım.
“Ne var ne istiyorsun?” diye sordu teyzem. Ne diyeceğimi bilemeden orada öylece duruyordum.
“Söylesene çocuk, çamurlu ayaklarınla ortalığı kirletmeye mi geldin?” dedi. Ben susuyordum.