Berrin Müzeyyen Alpay

Nisan Bestesi


Скачать книгу

soğuk kış gecelerinde kız kardeşimle birbirimize sokularak yattığımız kanepede bizi ısıtması için annemi beklerdik. Bazı geceler elektriğimiz de kesilmiş olurdu. Olsun, annem karanlık odayı da aydınlatır, üşüyen bedenlerimizi de ısıtırdı. Nereden aklına gelirdi bilmem komik hareketler, sözler bulur bizi güldürürdü. Ne kadar neşeli kadındı annem. Bir de kaderi güzel olsaymış daha neler yaparmış. Sadece gece yarısından sonra babam eve gelince biraz önceki neşeli, sevgi dolu kadın o değilmiş gibi beti benzi solar, elleri buz keserdi. Babamın sarhoş kafayla savurduğu küfürleri biz duymayalım diye yorganı başımıza kadar çeker, kapımızı sıkıca kapatırdı. Onca hakarete nasıl dayanırdı bilmem, bir kere bile cevap vermez hep susardı.

      Babam ailesinin yüz karası, kazara girdiği işlerden kazandığı bütün parayla içki içip kumar oynayan rezil adamın biriydi. Bir köstebek gibi sürdürdüğü yaşantısında aydınlığa yer yoktu. İyi ve güzel olan her şeye karşı öfke duyardı. Ekonomik durumları bizden daha iyi olduğu için dayılarım ve teyzelerimle görüşmemizi yasaklamıştı. Hatta bayramlarda bize gönderdikleri yepyeni giysileri parçalar, henüz tadılmamış yiyecekleri çöpe atardı. Hoş, kendi kardeşleriyle de geçinemezdi ya… Amcam ne zaman bizi özleyip evimize gelse sebepsiz yere kavga çıkarır adamcağızı geldiğine pişman ederdi. Aile büyükleri onun evde olmadığı saatlerde gizlice, diken üstünde gelir, anneme bir miktar para bırakır, aceleyle çekip giderlerdi. Her iki ailenin boşanma ısrarlarını annem kabul etmez “Hele biraz daha sabredeyim, elbet bulacak cezasını. Boşansam çoluk çocuk kime sığınırız. Belki bir köşede geberir el ağzına düşmeden ayrılırız. Hem bizim örfümüzde gelinlikle girilen eşikten kefenle çıkılır.” diyerek tek kurtuluş ümidimizi de söndürürdü.

      Her aybaşında parası tükeninceye kadar eve gelmeyen babamın ay sonuna doğru gündüz saatinde aniden eve gelmesi benim için ölümle eş değerdi. Zorla elimden tutar, karşı çıkışlarıma, çığlıklarıma, annemin yalvarmalarına aldırmaz öğrettiklerini ağlata ağlata yaptırmak için bilmediğim, dükkânlara, evlere götürürdü beni. Çaldığı paraları alıp köşe başında beklememi isterdi. Soymak istediği evlerin banyo pencerelerinden içeri sarkıtarak sokak kapılarını açmamı isterdi. Ağzından tükürükler saçarak küfürler eder, hıncını alamazsa bir de döverdi beni.

      Eve geldiğimizde annem hiçbir şey sormaz ben de bir şey anlatmazdım. Bakışlarımızdan anlardık birbirimizi. İkimizin de boğazında düğüm düğüm acılar birikirdi… Yine de koyuvermezdik gözyaşlarımızı. Yaptığım her şeyi bildiğini sanırdım. Bazı zamanlarda babamın bana bakıp pişkin pişkin;

      “Yine gidelim mi?” demesinden iğrenir, utancımdan annemin yüzüne bakamazdım. O gidince annem hiçbir şey bilmiyormuş gibi beni güldürmek için elinden geleni yapar, ruhumdaki yaraları sarmaya çalışırdı. Bu işkence yıllarca böyle sürüp gitti…

      Delikanlılığa adım attığım yıllarda, bir gün aldığı fazla alkolden dolayı nasıl yaşadıysa öylece öldü. Onun ölümünden sonra, kötü anne babaların hak ettikleri cezayı evlatlarına çektirmeye alışık önyargılı toplum, benim için de “babasının oğlu’’ kılıfını uygun görmüştü. Böylece geleceğime dair babamdan geriye kalabilen kırık dökük hayallerimi de onlar yıkmıştı. Babasının ya da annesinin günahlarının bedelini ödeyen birçok genç gibi benim de iyi bir yol tercih etme şansım pek azdı. Ne okulumu bitirebilmiş ne de bir işte dikiş tutturabilmiştim. Kız kardeşimin ve annemin geçimini sağlayabilmek için var gücümle çalıştım. Babamın oluşturduğu kötü kanaatler yüzünden toplumun alnıma yapıştırdığı etiketi ne yaparsam yapayım söküp atmayı başaramadım.

      Kız kardeşimin mutlu bir yuva kurmasından iki yıl sonra annemi kaybettik. Artık bir serseriye ne yakışırsa onu yapıyor, nerede akşam orada sabah günümü geçiriyordum. Annemin iyiliği içimde çoktan küllenmiş, ruhum babamın kötülüğüyle yıllarca boğuşup durmuştu.

      Dalgın ve düşünceli bir halde terminalin bekleme salonuna doğru yürüyordum. Otobüsün kalkmasına daha yarım saat vardı. Orta yaşlı, esmer, tıknaz bir ayakkabı boyacısının;

      “Karadeniz’de gemilerin mi battı beyim, boyayayım da için aydınlansın” diyen sesiyle irkildim. Daha cevabımı beklemeden ayakkabılarımı boyamaya başladı. Gayri ihtiyari;

      “Ancak buradan kaçarsam içim aydınlanır” diye mırıldanmıştım. Boyacının;

      “Beyim karanlık da aydınlık da insanın içinde. Yakanı koyuverir mi sanırsın? Sen nereye onlar oraya” sözleriyle derinden sarsıldım. Sürekli gülümseyen bu adamın yüzüne dikkatle baktım. Daha önce annemden başka gözlerinin içi bu denli gülen birine rastlamamıştım.

      Oysa ben şimdi bütün çocukluk ve gençliğimi heba ettiğim bu şehirden, anılarımdan, daha küçük bir çocukken kaderimi tayin eden önyargılı insanlardan, babamdan, kirli mazimden kaçıyordum. Kaçmayı düşünebilmek, annemin içimi aydınlatan ışığını hâlâ yitirmediğimin belirtisiydi… Belki okuma yazma bile bilmeyen, üç beş kuruşa tanımadığı insanların ayakkabılarını boyayan fakat sürekli gülümseyen, aydınlığı içinde taşıyan bu adamın bilgece kurduğu cümleyi tekrarlayıp durdum.

      Haklıydı Boyacı.

      Emanete gidip bavullarımı geri aldım. Ceplerimi karıştırdım, bu gece kalabileceğim küçük bir oda için param vardı…

      (Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 19.02.2011)

      YABANCI

      Ekim ayı boyunca burada kalmak zorundayım. Duvardaki takvimde beş rakamının üzerini hemen karalıyorum. Buraya geleli beş gün oldu ama bana beş ay kadar uzun geldi. Dakikalar, saatler geçmek bilmiyor.

      Henüz güneşli bir sabaha uyanamadım. İstisnasız her gün yağmur yağıyor. Kendimi bir labirentin içindeymiş gibi hissediyorum. İnsanlar, sokaklar, teneffüs ettiğim hava bile bana yabancı. Her sabah kaldığım apartın yakınındaki çalıştığım enstitüye gidiyor, her akşam da enstitüden aparta geri dönüyorum. Ama bugün öyle yapmayacağım.

      Kasaba merkezine sadece hafta içi saat 16.00’a kadar otobüs gidiyor. Ara sıra geçen arabalar da olmasa kasabanın bu kısmında hiçbir hayat belirtisi yok. Civarda ne bir alışveriş merkezi ne de sokakta oynayan bir çocuk var. Cadde boyunca etrafları yüksek duvarlarla çevrili kampüsler, içlerinde işyerleri… Her şey son derece düzenli ve temiz. Titiz bir insan olmama rağmen bu aşırı düzen ve temizlik sinirime dokunuyor. Tuhaf bir şekilde yalnızlık hislerimi yoğunlaştırdıklarını düşünüyorum. Yine de kararımı değiştirmiyor, yürümeye devam ediyorum.

      Geldiğim günden beri tek bir kelime Türkçe konuşmadım. Çalıştığım enstitüde İngilizce konuşarak anlaşıyoruz. İnsanlar iş dışında bir şey konuşmuyor. Çocukluğu bu şehirde geçmiş bir arkadaşım “Çok sıkılırsan dışarı çıkıp yürü, mutlaka bir Türk’le karşılaşırsın.” demişti. Yaklaşık bir saattir yürüyorum hiç kimseye rastlamadım. Caddeler ıssız ve hava da kararmaya başladığı için geri dönmek zorunda kalıyorum.

      Gece boyunca yüreğim bir mengene ile sıkıştırılıyormuş gibi sızlıyor. Ertesi gün çalışmam biter bitmez, daha erken saatte ve daha hızlı yürümeye başlıyorum. Hedefim kalabalık bir alışveriş merkezine ulaşmak.

      Uzun bir süre yürüdükten sonra üzerinde kırmızı ışıklarla almanca kelimeler yazılı beyaz bir tabela görüyorum. Burasının alışveriş merkezi olma ihtimalini hesaplıyorum. Heyecanla yaklaşıyorum. Bugün de hiç kimseyle karşılaşmazsam ne yapacağımı düşünmek bile istemiyorum. Bir taraftan da her tür olumsuzluğu en az hayal kırıklığıyla atlatabilmek için kendimi