Berrin Müzeyyen Alpay

Nisan Bestesi


Скачать книгу

?” cümlesinin çıkmasına engel olamıyorum. Bir an saçmaladığımı, Türkçe bilmeyen birinin bu soruları zaten anlayamayacağını düşünüyorum. Bu defa kadınların üçü birden bir şey anlamamış gibi bana bakıyor. Sonra içlerinden biri;

      “Öyle mi biz de Malatyalıyız” diyor. Gülümsüyorlar. Onlar da ben de uzun zamandan beri görmediğimiz bir yakınımızı görmüş gibi seviniyoruz. Ses bayrağımızın tatlı yankılarıyla gözyaşları içinde birbirimize sarılıyoruz…

      (Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 06.03.2011)

      GELİNCİK

      Geçenlerde gençlik yıllarımın tozlu hatıralarında gezinirken bir kadının hafızamda silinmeye yüz tutmuş siluetinin kalbime tuhaf bir acı verdiğini hissettim. Esmer, zayıf, orta boylu, ellerinin üstündeki mavi damarları patlayacakmış gibi görünen, yüzü kuru bir ceviz kabuğundaki kadar kırışıklıklarla dolu bu kadın, komşumuz Fatma Teyze idi.

      O gün bugündür farkında olmadan Fatma Teyzenin çelimsiz, sürekli çalışan bedeni hatıramda yaşamış. Büyüklüğüne rağmen hiçbir şey ekilmeyen bahçesinin bir ucunda derme çatma kömürlük, diğer ucunda kiler, odalar vardı. Fatma Teyze günlük işlerinden biraz vakit bulsa kim bilir bu bahçeye ne güzel yemişler, ne ıtır kokulu çiçekler dikerdi. İkinci katta iç içe odalar ve adeta bir inşaat iskelesi gibi birbirine tutturulmuş tahtalarla kurulu asma balkondan girilen mutfak vardı. Fatma Teyze’nin mis kokulu bazlamalarını yiyebilmek için her adım atışımızda gıcırdayan ve aralarındaki boşluktan bir alt katın göründüğü bu tahta yolu aşmak zorundaydık. Buradan yanımızdakinin elini sımsıkı tutup, ha düştük ha düşeceğiz korkusuyla, yüreğimiz ağzımıza gelerek geçerdik. Oysa o, her defasında kavruk vücuduyla ayaklarını hiç yere basmadan sanki uçarak geçerdi bu yolu.

      Birini hiç görmediğim beş çocuğu vardı. Pala bıyıklı, göbekli, azı dişlerini birbirine sürterek ağzının içinden konuşan, sert bakışlı bir de kocası… Karısını aşağılarmışçasına bakan bu adamın görüntüsünün bile Fatma Teyzeyi ürküttüğünü hissederdim. Komşu kadınlar, Fatma Teyzenin çocuklarından en çok Ferhat’ı severlerdi. Ferhat babasının baskılarına dayanamayıp yıllar önce evden kaçmıştı. Büyük bir şehirde balıkçılıkla yaşamını sürdürdüğünü duyardım. Bir zaman annesini özleyip gelmiş, kadıncağızın bütün ısrarlarına rağmen babası eve almayınca tekrar çekip gitmişti. Her zaman Fatma Teyzeden bahsederken “Zehrini içine akıttı, kimselere derdini söyleyemedi. Yaşadıklarından bir kez bile şikâyet etmedi. Mahallelinin dedikodularına aldırmadı. Susmayı tercih etti.” derdi annem.

      Minicik göz çukurlarında ışıl ışıl parlayan siyah gözleri, içinde henüz kimsenin ulaşamadığı kocaman bir dünyayı gizlerdi sanki. Zaman zaman bu efsunlu dünyaya ait küçük bir ışık yakalayabilmek ümidiyle onu izlerken bulurdum kendimi. Hiç sinirli olduğunu görmedim, hatta güldüğünü de… Her zaman hüzünlü, mücadele etmekten yorulmuş, boyun eğmiş, küskün bir hali vardı. Zor duyulacak bir sesle, çok az ve sakin konuşurdu. Bana öyle gelirdi ki, söyleyeceği şeyleri kendisini anlayabilecek ve onu bu bayağı yaşamdan kurtaracak birisi için biriktirirdi. Bana kalırsa bu yüzden susacak, beklediği gelene kadar susacaktı… Mazlum ve mahzun görüntüsüne rağmen her zaman onda içten içe bir isyan, bir kararlılık ve inatçılığın varlığını hissetmişimdir. Yağmura, fırtınaya, rüzgâra kolay kolay boyun eğmeyen, ilkbaharın tüm meşakkatine dayanan ama tabiatının gereğinden uzaklaştırıldığında narin yaprakları dökülüveren bir gelincik gibiydi sanki…

      O zamanlar konuşmak, çırpınmak, isyan etmek için başka şehirde yaşayan oğlunu bekliyor olabileceğini düşünmüştüm. Bence oğlu geldiğinde o hiç durmadan konuşacak, ağlayacak, çırpınacak, feryat edecekti. En sevgili evlâdı ise ya anasını da alıp gidecek ya da anasının yanından hiç ayrılmadan onun yüreğinde yıllardır evlat hasreti ile yanan ateşi söndürecekti… Evet, mutlaka ikisinden biri er ya da geç tecelli edecek Fatma Teyze kurtulacak diyerek kendimi teselli ediyor, yazdığım mutlu senaryonun tesiriyle huzur buluyordum. Ta ki; Ferhat’ın teknesinin bir fırtınada alabora olduğu ve iki balıkçının da bulunamadığı haberi kulaktan kulağa yayılmaya başlayana değin…

      Bu haberin ardından çok geçmemişti ki evinin büyük bahçesini dolduran kalabalık, cesedini dahi göremediği oğlu için kendisine başsağlığı dilemeye başlamıştı. Artık Ferhat’ını da kaybetmiş derdini paylaşabileceği hiç kimsesi kalmamıştı kadıncağızın. O yine hiçbir taşkınlık yapmıyor, sessiz sessiz ağlamakla yetiniyordu. Bu hali, perişan olmuş yüreğime öyle ağır, öyle tahammül edilmez geliyordu ki, onun asil başını göğsüme yaslayıp Ferhat’ın yerini almak, bütün acılarından kurtarmak istiyordum.

      Günlerce yardım etmek bahanesiyle evlerine gitmiş aklımca onu yalnız bırakmamıştım. Sonu gelmez bir bekleyiş içinde saçlarındaki beyazların gittikçe arttığını, daha çabuk yorulmaya başladığını, daha çok ibadetle meşgul olduğunu, hayata daha çok küstüğünü ve sustuğunu, hep sustuğunu belki de bir tek ben fark etmiştim… Onun da benim gibi Ferhat’ın ölümüne inanmadığından ve kapısının önünde biricik yavrusunu göreceği günü sabırsızlıkla beklediğinden emindim.

      Yıllar hafızalarımızda yer etmiş en güzel yaşanmışlıkları silerken hayatın hengâmesi içinde herkes gibi ben de Fatma Teyzeyi unuttum. Bir gün aklıma geldi birilerine sordum. Zaman içinde eşi ve çocukları ile ilgili birçok sıkıntı çekmiş zavallı kadın… Bir akşam yalnız, küskün ve hiç konuşamadan, ışıl ışıl siyah gözlerindeki hazinenin kapılarını yeryüzünde hiç kimseye açmadan, açamadan göçüp gitmiş bu dünyadan…

      (Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 18.03.2011)

      MAVİ

      Evimiz bayram günlerinde olduğu gibi kalabalık. Nermin halamlar bugün yurtdışından geldiler. En son üç yıl önce gelmişlerdi, ben altı yaşımdayken. O zaman annem de vardı.

      Halamın biri benden büyük diğeri benimle yaşıt iki oğlu var; Hakan ve Serkan. Onlarla oynamayı çok seviyorum. Necla halama ve babama birbirinden güzel hediyeler getirdiler. Bana da mavi renkli bir yağmurluk hediye ettiler. Ben en çok halamın kutularının üzerine Oğuz’a diye yazdığı çikolataları sevdim. Öyle mutluyum ki…

      Hakan ağabey bilgisayardan iyi anlıyor, bize bilmediğimiz birçok şey öğretti. Ama Serkan’la oyun oynamanın tadı bir başka. Akşama kadar havuzda, futbol sahasında koşturup duruyoruz. Çok yoruluyorum ama yine de bir an önce sabah olsa da yine oynasak diyorum. On beş gün boyunca üçümüz de benim odamda kalacakmışız, halam öyle diyor. Hatta yataklarımızı hazırlamış bile. Heyecandan hiç birimizi uyku tutmuyor, durmadan konuşup gülüşüyoruz. Onları çok seviyorum. Bir de Serkan durup dururken;

      “Senin annen nerede?” demese… O öyle sorunca içimde bir yer acıyor. Sanki ben biliyor muyum nerede olduğunu. Hem annem yoksa Necla Halam var ya… Hakan ağabey Serkan’ı susturuyor,

      “Hadi uyuyalım” diyor, hemencecik uyuyorlar…

      Ben uyumuyorum çünkü halamı bekliyorum. Birazdan misafirler gidince odama gelecek, yorganı üstüme iyice örtecek, ben uyuyormuş gibi derin derin nefes alacağım, saçlarımı okşayıp yanağıma bir öpücük konduracak, “bahtsız yavrum benim” diyecek öyle uyuyacağım. Kaç saattir bekliyorum ama halam bir türlü gelmiyor.

      Daha fazla dayanamayıp kapıyı hafifçe aralıyorum. Misafirler çoktan gitmişler. İki halam salonda sessiz sessiz konuşuyorlar. Necla halam ağlıyor. Merak edip yanlarına gidiyorum. Beni görünce “ Sen hâlâ uyumadın mı?” diyerek ikisi