ellerini açamadı. “Nenem sen de gelesin, n’olur. Ya da beni burada bırakın, babam, ayırmayın nenemden. Ben ona bakarım, o da bana. Babam elini ayağını öpem, ayırma beni nenemden”…
Evlerini iki çıkın ve bir bavula sığdıran aile; bu hüzünlü vedanın ardından yola çıktı. Kader, minibüsün arka camına yapışmış nenesine ve obasına ağlayan gözlerle bakıyordu. Ne yol kenarındaki iğde ağaçlarının kokusu ne gelincik tarlaları ne de abisinin şakaları keyfini yerine getirmedi. Zaten en çok da ona kızgındı. Nerden çıkmıştı bu okuma sevdası? Bunun için insan evini, obasını, hele de nenesini nasıl bırakırdı? Gerçi nenesine çok ısrar etmişler ama o obasını bırakamayacağını söyleyerek kabul etmemişti. Yine de babasını anlayamıyordu. Nasıl da uymuştu yarım akıllı abisine, bir türlü aklı almıyordu. Ağlamaktan uyuyakalmıştı. Gözlerini açtığında köhne minibüs, büyük balkonlu, toprak tonlarında boyanmış, üzeri mozaik taşlarla süslenmiş, kocaman demirden kapısı olan beş katlı bir binanın önünde durmuştu. Annesi ve abisi heyecanla eşyaları içeri taşırken, Kader de çaresizce peşlerine takıldı. Girişten aşağıya bir kat daha inerek, açık bırakılmış kapıdan içeriyi süzdüler. Sonra tedirginliklerini bir kenara bırakıp, önde abisi ve annesi, arkada babasıyla Kader, odaları dolaşmaya başladılar.
Annesi en çok mutfak ve banyoya bakıyor, kızına her istediğinde banyo yapabilmenin rahatlığını anlatıyordu. Kader ise “N’olmuş, kasabadaki hamamda da sıcak su vardı, orda da yıkanırdık. Bunun için geldiysek boşuna geldik diyim sana!” diye umursamaz cevaplar veriyordu. Ne hayatında ilk defa gördüğü alafranga tuvalet, ne annesinin yemek yapmaya can attığı mutfak, ne de abisiyle paylaşacağı oda onu heyecanlandırmıyordu. Aklı hâlâ nenesinde ve bozkır ovasındaydı.
Günler geçtikçe bu küçük kapıcı dairesi, komşu kapıcıların da yardımı ile çiçekli perdeleri olan, yerde minder yerine kanepeler bulunan, sıcak suların aktığı, ocağında mercimek çorbasının piştiği sevimli bir ev hâlini almıştı. Öyle ki abisinin çalışabileceği küçük bir masası bile vardı. Yine de Kader, abisi için yapılan fedakârlığı anlamıyordu. Bu okuma arzusu ne kadar da gereksizdi. Ara sıra abisi onun da okula gitmesi gerektiğini söylese de Kader, “Sayıları biliyom, neneme de mektup yazıyom, daha napam okumayı?” diye söyleniyor; bir taraftan da abisine, mektuplarını nenesine ulaştıracağına dair verdiği sözü hatırlatıyordu.
Kader dışarı çıkmadığı zamanlarda pencerenin önünden ayrılmıyor, hayretle geleni geçeni izliyordu. Gözleri sokaktan geçen siyah döpiyesli, kısa kahverengi saçlı, siyah pabuçları ve kahverengi çantasıyla hızlı adımlarla ve asık suratla yürüyen kadına takıldı. Bir anda kendisini onunla kıyaslamaya kalktı. Kırmızı çiçekli eteğinin altındaki sarı pantolonu, yeşil hırkası, günlerdir örülmeyen dağınık ama uzun saçlarıyla o kadından ne kadar da farklı olduğunu düşündü. ”Abe bu şehirliler hiç bilmezmiş ya giyinmeyi, sankim cenazeye giderler.” demekten alamadı kendini.
Akşama yorgun argın eve gelen babasını, azıcık klarnet çaldığı takdirde, kendisinin de eskisi gibi oynayacağına dair ikna etti. Zavallı adam, günlerden sonra yüzü ilk defa gülen kızının ısrarlarına dayanamadı. Babası çalıyor, annesi “kara gözlü çingenem” diye şarkı söyleyerek eşlik ediyordu. Kader ise beline bağladığı zilli bir örtüyle tıpkı akşamları obada yaktıkları ateşin etrafında oynadığı gibi göbekler atıyor, el çırpıyordu. Birden hışımla çalınan kapının sesiyle irkildiler. Gelen apartman yöneticisiydi. Buranın bir apartman olduğundan başlayıp, çingene olmalarına rağmen onları kabul edip iş vermekle büyük lütufta bulunduklarından devam eden, daha fazla şanslarını zorlamamaları gerektiğiyle biten, uzun uzadıya cümleler kuruyordu.
Kader, babasının ileri geri konuşan bu adama tek kelime cevap vermediğini ve kasketini yüzüne doğru indirerek, başını yerden kaldırmadığını görünce çok şaşırdı. Babasının obadaki hallerini hatırladı. Bu lafların yarısını orada duysa çoktan tepesine binmişti adamın diye düşündü. Şehir hayatına olan hıncı iyice artmıştı. Babası, adamın söyledikleri karşısında renkten renge girmiş, kapıyı kapattıktan sonra kanepenin ucuna boş bir çuval gibi yığılmıştı. Dizlerini karnına kadar çekip, bakışlarını yere odaklayan adamı teselli etmek istercesine yanına sokuldu. “Aman be babam, bu uyuz herif ne anlar klarnetten. Zaten anlasa kızmaya değil acık da ben dinleyeyim demeye gelirdi. Boş ver be babam, takmayasın kafaya.” dedi. Küçük elleriyle babasının sırtını sıvazladı.
Apartmandaki çocuklarla bir türlü anlaşamayan Kader, o gün yine büyük bir kavgaya tutuşmuştu. Kaybolan misketin hesabını, çingene olduğu için Kader’den sormaya kalkan çocuklar, kalabalık olmalarına rağmen dayak yemekten kurtulamamış, ağlayarak annelerine şikâyete gitmişlerdi. Sonrası malûm… Utancından yerin dibine giren kadın, kızına veryansın etmişti. Küçük kız bir yandan “Bana ırsız diyemezler tamam mı? Ama görsen nasıl avalarını söndürdüm. Kaçacak delik aradı şehir bebeleri!” diye açıklama yapıyor, diğer yandan da kavga ettiği çocukların saçlarını parmaklarının arasından temizliyordu.
Bu kavga ona pahalıya patlamıştı. Annesi süregelen tartışmaların sebebinin şehir hayatına alışamayan kızı olduğunu düşündüğü için onun sokağa çıkmasını yasakladı. Kader’in yadırgadığı bu dünya ile bağlantısı yalnızca odasının küçük penceresiydi artık. Saatlerce cam kenarında oturup, geleni geçeni izlemekten başka yapabileceği bir şey kalmamıştı. Nenesine ve obasına duyduğu özlemle hayallere daldı. Bazen derede yüzdürmek için kese kâğıdından yaptıkları kayıkların alabora olmasından rüzgârı sorumlu tutup kızışını, bazen de dağların kekik kokusunu taşıyan rüzgâra minnettar oluşunu hatırladı.
Tam bu düşüncelere dalmışken; birden camın pervazında, kâğıttan yapılmış bir kayık gördü. Etrafta kimsecikler yoktu. Hızla camı açıp kayığı almak istedi. Karşısına kendi yaşlarında, beyaz tenli, iri siyah gözlü bir oğlan çıktı. Sokaktaki diğer çocuklardan alışkındı horlanmaya; kâğıttan kayığa uzattığı elini hemen çekip, pencereyi kapatmak istedi. Çocuk neden almadığını, gerekirse yenisini yapabileceğini söyledi. Kader şaşkındı. Kayığı aldı. Gülümseyerek camı kapattı. Bu oğlan çocuğu, onun şehirdeki ilk arkadaşı oldu.
Kaldırıma yakın, demir parmaklıklı pencereye her çıktığında gözü bu sevimli oğlanı aramaya başladı. Onu her gördüğünde aralarında oluşan sıcak sohbet hoşuna gidiyordu. Ona yeşil-sarı söğütleri, dere kenarındaki kurbağaları, nenesinin altın dişlerini, uzun uzun anlatıyor; kimi zaman da onunla bildiği tekerlemeleri paylaşıyordu. Ondan da yeni hikâyeler ve oyunlar öğreniyordu.
Günler sonra ilk defa, annesinden saçlarını örmesini ve uçlarına eskisi gibi boncuklar takmasını istedi. Mavi, yeşil boncukları cebinden çıkarırken gülümseyerek düşünüyordu. Belki de şehir zannettiği kadar kötü değildi.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi)
HAYAT
Hastane bahçesi ambulans seslerine karışan çığlıklarla inliyordu. Herkes bir yerlere koşuşturuyor zamanla yarışılıyordu. Aslı, her zamankinden farklı bir durumla karşılaştığını bordo bereli üniformalıları gördüğünde anlamıştı.
Birinin başına saplanmış bir şarapnel parçası vardı. Diğerinin büyük bir damar yırtığı ve üçüncü derece yanıkları.”Solunumunu kontrol edin, damar yolu açılsın” diyordu bir başkası için doktorlar. Acil kapısına yaklaşan her bir ambulans içinden indirilen askerler, soğukkanlılığını korumaya çalışan doktorlara emanet ediliyordu.
Aslı