Alimcan İbrahimov

Seçme Eserler


Скачать книгу

>Alimcan İbrahimov

      Seçme Eserler

      ALİMCAN İBRAHİMOV

      (1887-1938)

      Dünya edebiyatında öyle yazarlar vardır ki eserleriyle sadece kendilerini değil mensup oldukları halkı da en güzel şekilde temsil eder ve tanıtırlar. Dahası, sadece kendi halkını değil birlikte yaşayıp tanıdıkları diğer halkların hayatını da usta kalemleriyle en ufak ayrıntılarına kadar anlatmayı başarırlar. 12 Mart 1887 yılında Başkurdistan’da, Ufa şehrinin güneyinde bulunan Sultanmurad adlı bir Tatar köyünde dünyaya gözlerini açan, köy hayatının düzenini, örf âdetlerini, çiftçiliğin bütün inceliklerini ve zorluklarını kendi omuzlarında hisseden, Başkurdistan’ın masalsı doğasını içine, kalbine sindirip neredeyse bütün eserlerinde hayranlıkla tasvir eden, kardeş Başkurt halkının hayat tarzını, gelenek ve göreneklerini yakından tanıyıp benimseyerek yetişen, doğup büyüdüğü toprakta konuşulan dilin zenginliğiyle birlikte doğa, günlük hayat, çiftçilik hayatı ve giyim kuşamla ilgili Ural bölgesinde yaşayan Tatar ağızlarında bulunan diyalektik sözleri başarılı bir şekilde kullanarak halk dilinin zengin bir kaynak olduğunun altını çizen ünlü Tatar yazar, bilim adamı, eleştirmen, gazeteci, öğretmen, tarihçi ve siyaset adamı Alimcan İbrahimov da işte o yazarlardan.

      Başkurt Türklerinin ünlü şairi ve aksakalı Mostay Kerim, Alimcan İbrahimov’u “Başkurdistan topraklarında doğup büyüyen, Başkurdistan’ın havasını soluyan, yırlarını (türkülerini) söyleyen, sularını içerek yetişen bir edip.” olarak nitelendirir.1 Alimcan İbrahimov’un birçok eserinde olduğu gibi, mevcut kitapta Türkiye Türkçesine aktarılan “Almaçuar” ve “Tatar Hatını Niler Kürmi” (Tatar Kadını Neler Görmez) adlı eserlerinde de olaylar, Başkurdistan toprakları sınırları içinde bulunan Tatar köylerinde gerçekleşir. Yazar, Tatar ve Başkurt halkının hayatını, millî özelliklerini, zengin halk edebiyatını ve eşi benzeri olmayan doğasını en içten duygularla tasvir eder.

      Zamanının en önde gelen medreselerinde eğitim alan, yaz tatilinde Başkurt köylerine, Kazak bozkırlarına, Astrahan’a ve Kafkasya’ya giderek çeşitli köylerde Nogay (Tatar) ve kardeş Türk topluluklarının çocuklarına okuma yazma öğreten, Ural’da çeşitli işlerde çalışan, Galiye medresesinde öğretmenlik yapan Alimcan İbrahimov, bu köylerde gördüğü ve bizzat deneyimlediği gelenek görenek, örf âdet ve kültürel değerleri ancak o boydan olan bir yazarın yazabileceği kadar ustaca eserlerine aktarır.2 Tatar edebiyatı ve bizzat Alimcan İbrahimov’la ilgili araştırmaları olan bilim adamı Mustafa Öner’in de yazdığı üzere, “A. İbrahim’in geniş edebiyat mirası, sadece köklü bir medrese eğitimine ve ilaveten aldığı Rusça bilgisine değil, aynı zamanda hayatının ilk otuz yılında biriktirdiği, çok geniş alandaki bu büyük görgü ve insan tecrübesine de dayanıyor.”3

      Üniversitede okuma hayalini gerçekleştirememesine rağmen Alimcan İbrahimov bireysel olarak çok okur. İlmin temellerini, tarihi ve felsefeyi öğrenir, dünya edebiyatı klasiklerinin eserleriyle tanışır. 1909–1912 yıllarında Kazan’da yaşadığı süre içinde dönemin önemli sorunlarını gündeme getiren, medreselerdeki eğitim sisteminin zaman taleplerine cevap vermediğini, bir şahsın gönül arayışlarını, millete hizmette bulunma isteğini, aile içi ilişkileri, sosyal eşitsizliği, kadın özgürlüğünü ele alan “Yeşlernĕñ Tormışınnan Bĕr Levhe” (Gençlerin Hayatından Bir Örnek), “Tatar Hatını Niler Kürmi” (Tatar Kadını Neler Görmez), “Yaz Başı” (Bahar Başı), “Diñgĕzde” (Denizde), “Yöz Yıl Élĕk” (Yüz Yıl Önce), “Söyü-Segadet” (Sevgi-Saadet), “Utı Süngen Cehennem” (Odu Sönen Cehennem), “Karak Mulla” (Hırsız Molla), “Kart Yalçı” (İhtiyar Irgat), “Yeş Yörekler” (Genç Yürekler) gibi maarifçi görüşlerini yansıtan romantik eserler yazar. Onların hepsinde romantik ideal, insanın ruhunu ezen hayatın olumsuz gerçeklerine karşı koyulur.4

      Alimcan İbrahimov’un en önemli eserlerinden biri olan Tatar Hatını Niler Kürmi (Tatar Kadını Neler Görmez) adlı uzun hikâyesi 1910 yıllarında yazılır. Despotizme dayanan örf âdetlerin hukuksuz kurbanı olan kadınların kaderi, demokratik ruha sahip olan Tatar ediplerini XX. yüzyıl başında en çok endişelendiren konulardandı. Tatar edebiyatı uzmanı, çağdaş bilim adamı Ferit Beşirov’un da belirttiği üzere, bir taraftan onlar bu meseleyi ayrı bir şahsın kaderi örneğinde izlemeyi amaç edindiler, diğer taraftan da mevcut içeriği daha geniş planda, Tatar milletinin o günkü vaziyeti ve geleceğiyle bağlantılı olarak açma niyetindeydiler.5 Eserin 1929 yılında yapılan 3. baskısının “Müherrirden” diye adlandırılan giriş kısmında Alim-can İbrahimov şöyle yazar: “Tatar Kadını Neler Görmez hikâyesi 1909 yılında Ural’da Miass fabrikasında yazıldı. 1910 yılında şimdiki Başkurdistan Cumhuriyetinin kanton şehirlerinden olan Sterlitamak’da Kalem kütüphanesinde ilk baskısı yapıldı. 1911 yılında aynı kütüphane eserin 2. baskısı yapıldı. Bu 3. baskıda hikâyenin genel anlamı içtimai temelde bir değişikliğe uğramadı. Fakat edebi malzemeleri ile kompozisyonu tamamıyla yeniden işlendi.”

      Görüldüğü üzere Alimcan İbrahimov, söz konusu eseri 1909 yılında Ural’da Miass fabrikasında çalıştığı dönemde yazar ve 1910 yılında Başkurdistan’ın Sterlitamak kazasının Kalem kütüphanesinde yayımlar. 1911 yılında eserin ikinci, 1929 yılında da üçüncü baskısı yapılır. Aslında uzun hikâyenin iki sürümü mevcuttur. 1908 yılında yazılan sürümünde Tatar kadınının toplumsal baskıya ve ailedeki hukuksuzluğa karşı protestosu daha değişik bir şekilde tasvir edilir. Eserde Gülbanu adlı kadın, erkek kıyafetiyle eşinin evinden kaçar. Fakat eserin 1920’li yıllarda yazılan ikinci sürümünde Alimcan İbrahimov, artık Gülbanu’nun kaderini gerçek hayat şartlarına bağlı olarak anlatır. Ekim Devrimi öncesi Tatar köyünün günlük hayatı, sosyal yapısı ve gelenekleri de bu sürümde daha dolu ve daha renkli tasvir edilir. Babası tarafından hiç tanımadığı ama saygın ve varlıklı bir aileden olan komşu köyün genciyle evlendirilen Gülbanu’nun, kaynanasının eziyetlerine ve eşini kışkırtmalarına, kocası tarafından dövülmeye, yani kaynanasıyla eşi tarafından gördüğü zulme ve evlât acısına (Gülbanu, sürekli dövülme sonucu ikiz bebeklerini ölü doğurur) dayanamayıp kendisini nehre atmasında çok derin felsefi bir anlam var. Yazar, toplumda köklü değişimler olmadığı sürece Tatar kadınının özgür olmasının imkânsız olduğunu gösterir. Bu yüzden eserin kıymeti sadece Tatar edebiyatıyla da sınırlı kalmaz. Bu konu, Sovyetler bünyesinde olan bütün Türk boyları için ortak ve güncel bir konu olur ve onu Orta Asya, Kazakistan ve Kafkasya halklarından olan neredeyse her yazar kaleme alır. Eserin adına gelince, o sadece Gülbanu ve onun kaderiyle sınırlı kalmaz. İhtiyar Nuri’nin merhametsizce davrandığı önceki altı tane talihsiz eşi, eşine yedinci eş olarak gelen ve hayatı boyunca ondan korkarak yaşayan Fethiye Nine, çocuğu olmadığı için üzerine kuma getirilen ve artık kendi evinde hizmetçilik yaparak yaşamak zorunda olan Gülbanu’nun güzel yengesi Meftuha, kızken eniştesi tarafından kandırılan ve karnındaki bebeğini aldırtmak zorunda kalan görümcesi Hayırnisa, kanton Şibay’a kim bilir kaçıncı eş olarak gelen ve kötü huyundan dolayı kocasından sürekli dayak yiyen Sabire’nin kendisi ve onun eziyetine dayanamayan kumaları, eserde hangi kadının hayatına bakılırsa bakılsın hepsi kendi başına ayrı bir dram, ayrı bir trajedidir. Böylece edip, Gülbanu’nun evlilik hayatının o dönem için yaygın olduğunu vurgulama amaçlı, onun etrafında feci kadere sahip olan başka gerçekçi kadın karakterler de yaratır. Dahası, Alimcan İbrahimov Gülbanu’yu felakete sürükleyen dinî ve sosyal hayatın nedenlerini de açıklamaya çalışır. Bu sebeple öykünün ikinci sürümünde Tatar kadınının kaderi artık aile içi ilişkiler, Müslüman kadınların toplumdaki yeri, İslam dini, şeriat kanunları vb. birçok faktörle belirlenir.6 Eserde Başkurdistan gerçekleri de dolu ve özel bir yankı bulur. Olaylar, malını Başkurt halkının hakkını yiyerek biriktiren kanton Şibay’ın ailesi etrafında gelişir. Ayrıca Alimcan İbrahimov, bu öyküde bir araya gelip yaşayan Başkurt ve Tatar Türklerinden sıradan insanların arasında olan yakınlığı, ılımlı münasebeti, onların türkülerle ve örf âdetlerle değiş tokuş yapıp yaşadıklarını canlı bir şekilde anlatır ve hizmet sever Başkurtların topraklarının Şibay gibi zengin insanların eline geçmeye başladığına üzülür.