Alimcan İbrahimov

Seçme Eserler


Скачать книгу

bana uzun uzun baktı. Sonra başımın altındaki yastığı düzeltip yüzüme doğru eğilip anlımdan öptü. O anda kayboldu ve uzun bir süre benim odama pek fazla uğramadı. Uğradığında da fazla kalmıyor, dikkatle gözlerimin içine bakıp anlımdaki saçlarımı düzeltiyor ve usulca gidiyordu.

      Özenle davranıyordu. Sözleri yüreğimdeki bütün ağrıları dindiriyordu. Yumuşacık küçük bembeyaz elleriyle sert saçlarımı okşadığında sanki kudretli bir el ruhumu ferahlatıyordu. Öylesine yumuşak ve huzur vericiydi dokunuşları…

      Ben ona “Sara” diye seslenmek istedim. Kendisini böyle çağırıyordum. Başta biraz şaşırmış olsa da sonradan alıştı.

      Galiba artık iyileşiyorum. Doktor günde iki defa bahçede oturmama izin verdi. Bahçeye ilk çıktığımda, Sara benim koluma girdi… Sonra yanıma oturdu… Sanki ömrümde ilk defa baharı görüyordum.

      Güneş gülüyor… Çiçekler gülümsüyor… Tabiatın kalbi yeni, gencecik bir hayatla atıyor… Bütün dünyayı nur içinde, çiçeklerin içinde görüyorum… Sara epey bir süre yanımda oturdu, güzel sesiyle dünyanın, tabiatın ve insanların güzelliği üzerine konuştu.

      Sözlerini anlamadım ama içim açılıyor, kalbimdeki ağırlık kendiliğinden dağılıyordu sanki…

      Zırhlı kıyafetler giyerek süngü ve kılıçlarla kuşanıp köyden öç alma düşüncemi artık ben de garipsemeye başladım.

      Kötülük düşünmeye gerek var mı? Boş yere silahlanıp yiğitleri toplayıp kan dökmeye ne hacet?

      Kim bilir, belki de babacığım da düşündüğüm kadar kötü durumda değildir… Dünyada iyi insanlar da çok. Belki birisi yaşlılığına hürmeten onu evine almış, bir köşede ona yer ayırmış ve özenle bakıyordur… Hazır yemeği, demlenmiş çayı, abdest almak için her zaman sıcak suyu vardır. Başına sarığını sarıp üzerine kaftanını giyip elinde büyük bir asayla beş vakit camiye gidiyordur… Bizim halkımız yaşlılara saygısını esirgemez. Babama ön sırada, imamın sağ tarafında bir yer veriyorlardır… Böyleyse öç almak niye, yok yere kan dökmek niye?

      Bir gün ferahlayarak bahçeden odama girdiğimde gözüm duvardaki resimlere ilişti.

      – Bu kim, diye sordum.

      Sara düşünceli bir sesle:

      – Hazreti İsa… Ay ışığında derin düşünceye dalmış… O, fakirleri çok severmiş… Onları düşünüyor olmalı, dedi.

      Dediklerinden hiçbir şey anlamadım ama yoluma devam etmeden resme uzun süre baktım.

      Fakirleri düşünüyor olmalı deyince, babacığım aklıma geldi. Acaba, Hazreti İsa onun için ne yapabilirdi, diye sordum kendime. Fakat bu düşüncenin içinden bir türlü çıkamadım.

      XI

      Bir gün, doktor bana çok kötü bir haber verdi:

      – Sen iyileştin… Artık taburcu olabilirsin, dedi.

      Nereye gideyim? Buradan nereye gidebilirim?

      Doktordan sonra Sara geldi. Öyle güzel, öyle sevinçliydi ki, onu görünce adeta kendimden geçtim. O, yavaşça odama geçip yatağıma oturdu. Saçlarımı okşadı ve derinden gelen yumuşak, cılız bir sesle:

      – Seni taburcu ediyorlar ama üzülme. Ben seni evime götüreceğim, dedi.

      Teşekkür filan etmedim, çünkü benim için bu çok doğaldı. Bana göre o, beni kendisinden uzaklaştırmamalıydı.

      Bana gök kapısı açıldı sanki. Oradan yeryüzüne durmadan nur akıyor. İnsanlar o nurun içinde yüzüyorlar, rahat bir ömür geçiriyorlardı. Artık babamın mutlu bir hayat sürmesi konusunda hiç şüphem yoktu. Tabii ki son günlerini huzur içinde geçiriyordur. Huzurlu, karnı tok, sırtı pektir. Başında sarık, üzerinde kaftanla namaza gidiyordur. Hazretin sağ tarafında saygın yaşlılarla beraber oturuyordur… Nereye giderse gitsin onu:

      – Hoş geldin Eptireş Dede, diye, güler yüzle karşılayıp başköşeye oturtuyorlardır…

      XII

      Hastanede giydiğim beyaz elbiseleri çıkarınca, ne giyeceğim diye şaşırdım. Tam o sırada Sara, kucak dolusu bir şeylerle geldi. Hepsi de yeni ve güzeldi. Tam bana göre dikilmiş gibiydiler.

      Şaşırdım. Giyinmeyi bilmiyordum, Sara yardım etti.

      Çok önceden hazırlık yapmış olmalı. Dışarıya çıkınca iyi bir arabaya binip gürültülü patırtılı şehrin sessiz bir mahallesinde bulunan bahçeli evin önünde durduk.

      Korkuyordum ve şaşkındım. Meleğin kanadına yapışmışım, o da hafifçe gülümsüyordu.

      Bir odaya girdik. Gerçek mi, düş mü bu? Bilmiyorum.

      Böylesine güzel, temiz, süslü odaları bir tek masallarda duymuştum. O odada yaşamaya başladım.

      Sara her gün geliyordu. Ben tamamen iyileştiğimde bana okumayı öğretmeye başladı.

      Lâkin ben, kitaptan ziyade onun gözlerine bakıyordum. İlgimi çekmek için her türlü yola başvurdu, öfkelendi, sinirlendi. Fakat çok fazla sonuç alamadı.

      Bir gün Sara ile yürüyüşe çıktık. Bir an nedense babam aklıma düştü, sonra da gözümün önüne hastanede gördüğüm Hazreti İsa’nın resmi geldi.

      Meleğin kanatlarına iki elimle yapıştım ve oraya götürmesi için yalvarmaya başladım.

      O önce şaşırdı, neden gideceğimizi söyleyince canlanıp aniden:

      – Seni başka bir yere götüreyim. Orada daha iyileri var, dedi.

      Şehrin ortasında, etrafı bahçeyle çevrili büyük bir saraya vardık. Büyük beyaz merdivenlerden çıkarak beyaz sütunları geçip büyük salona girince tamamen hayran kaldım.

      Salonun duvarları resimlerle doluydu… Çağlayarak dalgalanan denizler… Olağanüstü ağaçlar… Gözüne girecek gibi olan insanlar… Sanki canlı insanları çerçeve içine oturtmuşlardı… Güzel kadınlar… Masaldan duyduğum zırhlı kıyafetler giymiş bahadırlar… Söylemekle bitmeyecek gibi, öylesine güzel, öylesine ilginç, acayip…

      Ömrümde ilk defa gördüğüm için yüreğim her zamankinden daha hızlı, daha bir heyecanla atıyordu… Benim bu heyecanım Sara’yı çok keyiflendirmiş olmalıydı. O, koluma girdi ve kitaba bakıp resimleri sırasıyla işaret ederek titizlikle anlatmaya başladı…

      Salonda bizden başka birçok kişi vardı. Hepsi de çok düşünceli görünüyordu… Bir resme uzun uzun bakıyorlar, daha sonra birbirleriyle sessizce konuşuyorlardı. Sonra yine resimlere bakmaya başlıyorlardı…

      Sara, neredeyse her gün beni buraya getiriyordu. Eve dönünce de orada gördüklerimizle ilgili birçok şey anlatıyordu.

      Biz beyaz merdivenli, beyaz sütunlu güzel saraya gitmeye devam ettik. Orada özellikle iki tane resim hoşuma gitti ve beni şaşırttı. Bir tanesinde, bir ihtiyar koltuk altına birkaç odun almış nehrin üzerine kurulu daracık köprüden geçiyordu. Başı çıplak, ayağında çabata, üzerinde gömlek. Bu resmi her gördüğümde babam aklıma geliyordu. Uzun uzun baktıkça tablodaki ihtiyarı babama öyle benzetiyorum ki şuurumu kaybedip “Babacığım, sen misin?” diye bağırarak onu kucaklamamak için kendimi zor tutuyordum. İşte o zaman babamı çok özlüyordum. Onun beni affetmemesi, köyde yayılan dedikodudan dolayı beni görmeyi istememesi, beni kabul etmemesi, kendisi için hiçbir şey yapmama izin vermemesi, kalbimi acıtarak tek tek gözümün önünden geçiyordu.

      Hazreti İsa’nın resmi, bu resimlerden fazla farklı