Alimcan İbrahimov

Seçme Eserler


Скачать книгу

büyük bir azapla derin uykudan kendini çekip alır ve zar zor kapıya doğru gidersin. Uykulu uykulu ıhlamur lifinden örülen çabatalarını bağlarsın. Gözlerini ovuşturarak çuvalını boynuna asar ve uzun kırbacını sürükleyip yavaş adımlarla sokağa çıkarsın.

      Sürü bir araya toplanmış olurdu. Endişeli ihtiyarlar “Geç kalıyorsunuz, ihtiyar Kamali sürüsünü çoktan götürdü”, diye söylenirlerdi. Uyuya kalan gelinler ineklerini koştura koştura getirirlerdi. Babam, belindeki çuvalı düzelterek üç sajin boyundaki kendisiyle yaşıt kamçısını bütün köy duyacak şekilde şaklatıp hayvanlara yaklaşır ve kalın bir sesle:

      – Heyt hayvancağızlar, diyerek sürüye hareket etmesi için emir verirdi.

      Babamın sesi, karşıdaki dağlarda yankılanırdı. Hayvanlar da sanki bu emri bekliyorlarmış gibi yerlerinden kalkarlardı.

      “Sürü başı” diye adlandırılan birkaç sığır vardı. Bunlar yaşlı, kocaman ve sevimli hayvanlar. Onlar babamın dilinden anlıyor olmalı ki, babam sığırlara isimleriyle seslenerek geri gelmelerini, otlağa inmelerini, bir tarafa dönmelerini söyler, onlar da hemen öne çıkıp diğerlerine kılavuz olurlardı. Sürü, orman kenarından yürür, biz de peşlerinden giderdik. Bütün köy sakin, huzurlu bir uykudaydı. Sürüyü uğurladıktan sonra sokakta kimse kalmazdı. İşte kızgın, öfkeli ihtiyar Seyfi de evine çekildi. Namazını kılmış, hayvanlarını çobana emanet etmiş, artık cübbesini ve sarığını çıkartıp yumuşacık yatağına uzanıp gönül rahatlığıyla uykuya dalardı.

      Güneşe bakan evlerin panjurları kapalıydı. Bazen otlağa gelip bizimle birlikte oynayan Şamil’in oturduğu evin de güneşe bakan pencerelerini şu an birileri kapatıyor. Gün ışığı çocukların gözlerine gelip uykularını kaçırmasın diye, herhalde!

      – Allah’ım, ne de olsa dünyada mutlu kulların da var!

      VII

      Babam iyice yaşlandı galiba. O önceleri kendi sağlığı için “Allah korudu, bugüne kadar baş ağrısıyla bile bir saatliğine işlerimi boşlamadım”, derdi. Fakat bu sene güze doğru onda bir gevşeme fark etmeye başladım. Birkaç gün boyunca:

      – Çok yoruldum… Bugün ayaklarım fena yoruldu, demeye başladı. Bir hafta kadar zaman geçince de geceleri inleyişi, sabahları da:

      – Öf Allah’ım! Belim, sırtım, diye sızlandığı duyulmaya başladı.

      Hastalanmaya başladığı ilk aydan itibaren ihtiyarın eline kırbacını alıp sığırların peşinden koşması tamamen imkânsızlaştı.

      O çok kısa bir zaman içinde zayıfladı. Kocaman gözleri çukura kaçmış, halsizce bakmaya başlamıştı. Yanakları çökmüş yüzünün iri kemikleri dışarı çıkmıştı.

      Artık sürü bana emanetti. Babacığımı yormaya gerek yok zaten, ben yalnız başıma da işi çok güzel sürdürüyordum. Her akşam eve döndüğümde babacığım beni yanına çağırır ve sekiye oturmamı söyleyip halsiz gözleriyle bana bakarak sessizce:

      – Nasılsın? Çok yoruldun mu, diye sorardı.

      Ben:

      – Yok, çok iyi güttüm sürüyü, diyordum. Böylece babamı rahatlatmaya çalışıyordum. O, sızlanarak derin bir nefes alıp zayıf ve iri kemikli elleriyle sırtımı sıvazlıyor ve:

      – Ah, yavrum, daha çok gençsin, nasıl olacak bu iş bilemedim, diyordu.

      İnsanları da batsın, sürüsü de bütün sığırlarıyla cehenneme uçsun! Ama babamın bakışları beni çok korkutuyordu…

      Karanlık ormandaydım. Geceydi. Ses seda yok, dünya ağır, koyu bir karanlığın içindeydi. Önümde bir ışık belirdi. Oraya doğru gittiğimde üstü taşla kapatılmış derin bir mahzen gördüm. Korkmadım, dar kapıdan içine sızdım. Oraya küçücük, incecik bir ışık süzülmüştü. Mahzenin içi karanlıktı. Bu karanlığın içinde yaşlı bir kadının iniltisi duyuluyor, gölgesi görünüyordu. O halsizleşmiş, yüzükoyun yatmıştı. Üzerinde simsiyah elbise vardı, bir deri bir kemik kalan kolları yana düşmüş, yüzü dar, burnu çengel gibi uzamıştı. Yüzünde etten kandan eser yoktu.

      O kara, yanmış, yaşlı kemiğe dönüşmüştü. Gözleri çukura kaçmıştı. Yaklaştığımda hareket edemedi. Gözleri, cehennem karanlığından ümitsizce dünyaya bakarcasına bana dikildiler. O, bir şeyler söylemeye çalışarak devamlı inliyordu. Söylediklerini anlamadım ama gözlerinde ölümü gördüm, cehennemi gördüm. Onun bakışları bana:

      – Ben ölüyorum! Ölüm işte budur. Der gibiydi.

      Korkudan ödüm koptu, can havliyle bütün gücümle bağırdım. Uyandığımda iki elimle soba açacağı tutmuşum, yüreğim küt küt çarpıyordu.

      Bu rüyayı ne zaman gördüğümü hatırlamıyorum. Hatta onu unutmuştum bile. Bir gün akşam eve döndüm. Kapıdan girince babamın iniltisini duydum ve yüreğim ağrıdı. Kendimi babamın yanına attım. O, sekinin üzerine uzanmıştı. İri kemikli kolu döşemeye doğru sarkmıştı. Evin yarı karanlığında bakışları bana o kadar korkunç göründü ki, kendimi kaybedip babamın boynuna sarıldım ve:

      – Yaşıyor musun? Babacığım, bir ses ver, babacığım, diye hıçkırıp ağlamaya başladım.

      Babam beni avuttu. İyileşeceğini, ayağa kalkacağını bir iki sözle de olsa anlatınca ağlamayı kestim.

      Fakat ben, o günden sonra o korkunç rüyadaki kara suratı zihnimden silemedim. O orman, o karanlık mahzen, orada inleyen kişi ve onun bakışları ölümü anlatıyordu…

      Babam, ölüm kelimesini hiçbir zaman ağzına almamıştı. Ama kalbim onu yeniden hayata döndüremedi. O orman, o karanlık gece, o karanlık mahzen. Orada birisi inliyor, onun bakışları ölümü anlatıyordu. İşte babamı da böyle bir şey bekliyordu.

      VIII

      Babacığım eskiden her şeyi yiyebiliyordu. Ne bulursa onu yer, ne yerse onunla da doyardı.

      Oysa şimdi öyle değil. Katı şeyler onun boğazından geçmiyor, çay için süt gerekiyor, sıcak çorba da istiyor. Bunları nereden bulayım? Ne yemek kazanı ne de pişirilecek et vardı.

      Olsa da fark etmezdi, yemek yapmasını bilmiyorum ki!

      Sağ olsun, arada bir Gayni Nine, küçük kızıyla kendilerinden arta kalan çorbayı gönderirdi. O günlerde babamın keyfi yerine gelmiş gibi oluyordu.

      Bir gün babam fenalaştı. Hatta birkaç defa dili tutuldu. O yüzden sürüye çıkmadım.

      İkinci gün biraz iyileşse de akşamki gibi kötüleşir korkusuyla yine sürüye çıkmadım. Yazın ortasında çobansız kalmak halkın işine gelmemiş olmalı ki:

      – Babanın yanında başka biri kalsın, sen sürüye bak, dediler.

      Ben, sert bir cevap verdim:

      – Bunlar nasıl insanlar? Bunların vicdanları yok mu? Baban inleyerek ölüm döşeğinde yatsın, elden ayaktan düşsün, sen de onu öylece bırakıp zengin Gerey’in sığırlarının peşinden koş!

      Hayvan sahiplerinin keyfi iyice kaçmıştı. Onlar çok düşünmüş ve yapacak bir şey bulamayınca bizim hesabımızı kesip çoban olarak sürüye başka birini çıkarmışlardı.

      Batsınlar, lanet olsun, sığırların boynu altında kalsın, bir değil bin kişiyi çalıştırın! Babamı bırakıp gidecek halim yok!

      Halk sövmeye başlamıştı. Sadece şimdi değil, bunlar zaten her zaman bana kötü gözle bakıyorlar, beni