p Ömeroğlu
İki Çınar
İKİ ÇINAR’I OKURKEN
Ben hatırlamıyorum fakat bu hikâyenin yazarının anlattığına göre ta öğrencilik yıllarında, bana müstear isimle bir şiir getirmiş. Ben de fazla şairane bulmuşum, beğenmemişim. O da böylece şiir yazmayı bırakmış. Zaten o yaşlarda bütün delikanlılar şairdir. Şimdi ne kadar isabetli bir iş yaptığımı düşünüyorum. Zira her insan başka görevler için yaratılmıştır. Yakup Ömeroğlu daha o yıllarda güçlü iradesi ve kabiliyetleriyle fark ediliyordu. Türk Ocağı bünyesinde Türk Dünyası Gençlik Kurultaylarını başarıyla yönetmişti. Hâlâ o kurultayda tanışan gençler arasında unutulmaz bir kardeşlik bağı var ve her biri kendi memleketlerinde sivil veya resmi kıymetli mevkilere gelmişlerdir. Onların hepsi Türkiye Türkçesini, Yakup da Kazakçayı, Kırgızcayı, Özbekçeyi, Tatarcayı bilir.
Daha sonraki yıllarda bir üniversitede öğretim üyesiyken aynı sevda peşinde Ahmet Yesevî Üniversitesi’ne, Kazakistan’a gitmişti. Orada da bir idealist olarak ne büyük işler başardığının şahidiyim. Zira öğretim görevlisi olarak ben de oradaydım. Ömeroğlu, orada Kültür Müdürü olarak işçi ve memur kadrosuyla çalışan yüzlerce sivil elemanın ve çeşitli kol faaliyetleriyle binlerce öğrencinin koordinasyonunu sağlıyordu.
Döndükten sonra da boş duramazdık tabii. Pirimiz Gaspıralı İsmail Bey diyerek Yakup Beyle el ele verip Avrasya Yazarlar Birliğini kurduk ve onun yayın organı olan Kardeş Kalemler dergisini çıkarmaya başladık. Eğer bugün Yakup Ömeroğlu gibi idealist bir insan olmasa bütün Türk Dünyası’nın ortak yayın organı olan Kardeş Kalemler gibi bir dergi nasıl çıkardı. 14 yıldır hiç aksamadan çıkan dergimiz, bu ay 159. sayıya ulaştı. Ayrıca Dil Araştırmaları adlı bir de ilmi dergimiz çıkmaktadır. Yine derneğimizin mahsullerinin yayınlandığı BENGÜ yayınlarından çıkan kitapların sayısı 240’ı geçmiştir.
Daha yazımın başında bu biyografik malumatı vermemin sebebi hikâye yazan birinin nasıl bir donanıma sahip olması gerektiği üzerinde durmak içindir:
✓ Kâbiliyet,
✓ Dile hâkimiyet,
✓ Görmek için ikiden fazla göz,
✓ Entelektüel birikim,
✓ Yorularak kazanılmış bir hayat tecrübesi,
✓ Tutarlı bir hayat görüşü,
✓ Sızlayan bir vicdan…
Çilekeş bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak zor bir hayattan gelen Yakup’ta bunların hepsi var. Yalnız, “vatan kurtarma yılları” dolayısıyla bir geç kalmışlık söz konusu. Ama olsun, Türk hikâyeciliğinde bir kutup olan ve Türkçede izlenimci akımın yani Çehov tarzı hikâyeciliğin temsilcisi olan Memduh Şevket Esendal da yazmaya geç başlamıştı fakat en velut hikâyecilerimizden oldu. Bu ilk kitabında okuduğumuz örnekleriyle Yakup Ömeroğlu da çok başarılı. Benim bildiğim kadarıyla bu hikâyeleri yöneticilik mesaisinden çaldığı zaman kırıntılarıyla yazdı. Ama bundan böyle Türk okuyucusuna borçludur. Yazmak mecburiyetindedir.
Yazarın asıl mesleği veteriner hekimliğidir. İlk bakışta sanatla ilgisiz gibi görülen bu meslek sahiplerinden büyük edebiyatçılar doğmuştur: İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy, büyük sosyoloğumuz Ziya Gökalp, büyük romancımız Cengiz Aytmatov da veterinerdiler… Öyle sanıyorum ki Allah, ağızsız dilsiz hayvanatın derdine derman bu insanlara ödül olarak bülbül gibi bir dil veriyor. Belki de anatomisiyle canlı bir organizmayı inceleyerek yaratılıştaki hikmeti sezmek onların gönül gözünü açıyor… Kitaptaki Geç Kalan Piknik hikâyesini okursanız bana hak vereceksiniz.
Yakup Ömeroğlu’nun İki Çınar kitabının son derece memnuniyet verici bir özelliği daha var: İki Çınar, Türkiye’de yayınlanmadan önce geçtiğimiz yıl kardeş Azerbaycan’da okuyucu ile buluştu. Yani elinizdeki hikaye kitabı bir anlamda İki Çınar’ın 2. baskısı denilebilir. Bugüne kadar edebiyatımızda çok az yazara nasip olan bu durum, Azerbaycanlı kardeşlerimizin Yakup Ömeroğlu’nun edebi hayatına değerli bir hediyesi olarak düşünülebilir.
Aslında kitapta bulunan İki Çınar, On Dolar gibi pek çok eser, Azerbaycan’dan başka Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tataristan gibi Türk ülkelerinde ve başka dillerde yayınlandı. Hikayelerin Türkiye’de kitaplaşmasından sonra, eminim ard arda bir çok ülkede de yine yayınlanacaktır.
Darısı yeni kitaplara!..
Haydi iyi okumalar.
ON DOLAR
Güneşin ilk ışıkları yeryüzüne gelmeye başlarken onun bindiği uçak da piste inmişti. Bundan sonra yoluna taksiyle devam edecekti. Önce havaalanı gümrüğünde işlemlerini yaptıracak sonra transit vizesiyle komşu ülkeye giriş yapacaktı.
Gümrüklerdeki çalışanların tavırları o ülkedeki yaşantının adeta bir özeti gibi gelirdi ona. Bu kapıdan geçince ülkenin geri kalanında yaşanan sosyal hayat, ekonomik düzey, eğitim durumu, halkın huzuru ve daha fazlasını dikkatli bir göz gümrük kapılarından okuyabilirdi. İnsanlar ifadelendiremeseler de bunu bir şekilde anlıyorlardı sanki. Çalışma hayatı disiplinli, ekonomik düzeyi yüksek bir ülkenin havaalanında birbirlerinin haklarına riayet ederek bütün havaalanı ve uçuş kurallarını hiçbir ikaza gerek kalmadan gönüllü olarak uygulayan insanlar, adam kayırmacılığın fazla olduğu, ekonomik olarak daha az gelişmiş ülkeye iner inmez, henüz uçağın içindeyken birbirlerini itip kakmaya, uyulması gereken kuralları ihlal etmeye başlarlardı. Daha bir saat önce birbirlerine nezaketle davranan insanlar kendileri değilmişçesine yeni gelinen ülkeyle birlikte davranışları da değişiverirdi.
Geldiği ülkede havaalanında çalışanların gülmeyen suratları, bu ülkede ayağınızı denk alın dercesine bakan soğuk bakışları yeni gelenlere pek çok şey anlatıyordu. Geldikleri ülkede arkasına sığınacakları bir makam yada unvanı olmayanlar ürkek davranışlarla bir an önce kendilerini gümrük kapısının diğer yönüne atmak için aceleci davranışlarla işlemlerini yaptırmaya çalışıyorlardı.
Kadir’in havaalanı girişinde vize işlemleri uzun sürmedi. Komşu ülkenin vizesini ve çalışma izini evraklarını gören memur otoritesini göstermek istercesine gürültüyle pasaportunun üzerine mührünü vurdu ve sert bir hareketle uzattı. Memura fark ettirmeden içinden bir “oh” çekti. Birinci kapıdan geçmişti.
Ama rahatlamak için henüz erkendi; şimdi bir taksiyle ikinci gümrük kapısını da geçmesi gerekiyordu.
Kadir önce havaalanından komşu gümrüğüne yakın bir taksi durağına gidecek oradan ikinci bir araçla yoluna devam edecekti. Aktarma yapacağı taksi komşu ülkenin plakasını taşıyor olmalıydı. Karayolu ile gümrük geçişi yapılan bütün ülkelerde, sınır yakınlarında her iki ülkenin plakasını taşıyan araçlar bulmak mümkündü. Taksinin plakası gideceği ülkenin sistemine dahil olmazsa her gören trafik polisi durdurup kontrol bahanesi ile rüşvet isterdi.
Halbuki Kadir, aile terbiyesinden mi yoksa aldığı eğitimden mi rüşvet vermeyi karşısındakine bir hakaretmiş gibi algılar ve her seferinde duygusal olarak çok zorlanırdı. Verdiği parayı karşısındaki cebine indirirken onun yüzü kızarır, kalbi hızla atmaya başlardı.
Daha havaalanı kapısından çıkmadan iki kişi taksi lazım mı abi diye peşine düşmüştü bile. Kadir adamlara bir şey demeden onları süzüyor sabahın alaca karanlığında arabasına bineceği kişinin kılık kıyafeti ve yüz ifadelerinden kendisine daha fazla güven telkin edenini seçmeye çalışıyordu. Kapıdan çıkmasıyla beraber taksi lazım mı diyenlerin sayısı birden arttı. Göz ucuyla taksicileri süzerken aralarından daha sakin görünümlü orta yaşı bir az geçmiş tombulca olan adama başıyla evet anlamında işaret etti.
Orta yaşlı taksici kendinden emin bir eda ile önündeki iki genci elleriyle ittirerek Kadir’in valizlerine uzandı.
– Araba burada buyurun, dedi.
Diğerleri bir yandan kapıdan yeni çıkan yolculara