Yakup Ömeroğlu

İki Çınar


Скачать книгу

üzerindeydi ve değişen yüz ifadelerinden anlam çıkarmaya çalışıyorlardı. Sanki bu gün planladıkları gibi geçmeyecekti. Yine de her şey telefon görüşmesi bittikten sonra babalarının yapacağı açıklamayla anlaşılacaktı. Şimdilik umutla beklemekten başka yapılacak bir şey yoktu.

      Bir ara babalarının:

      – Peki, siz hiçbir şey yapmayın ben hemen geliyorum, dediğini duydular.

      İşte bu kötüydü. Babaları gidiyordu. Bu demekti ki bu gün kır gezisi ve piknik yoktu. İki çocuğun kaşları çatıldı. İki dakika önceki sevinçli hallerinden eser kalmamıştı. Annelerinin neşesi de kaçmıştı ama o belli etmiyordu.

      – Arayan Sucular Köyünün muhtarıydı; dedi babaları.

      Pür dikkat onu dinliyorlardı.

      – Bir inek doğum yapamıyormuş. Doğum gece başlamış. Adamın tek ineğiymiş. Banka kredisi ile almış, daha borcunun çoğu da duruyormuş. Bu inek ölürse aileye büyük yıkım olacakmış. Muhtar “Yetiş Fatih Bey!” diye adeta yalvardı. Bugün de pikniğe gidecektik ama…

      Durakladı.

      Çocuklarının yüzlerine baktı. Üzgün görünüyorlardı.

      – Belki de kolay bir durumdur, dedi. Sucular Köyü on dakika sürer. İşimiz biter bitmez dönerim. Pikniğe biraz geç gideriz, tamam mı; ne dersiniz?

      Küçük oğlan “ama baba yaa!” diyecek oldu, fakat daha doğmadan ölecek olan buzağıyı düşündü, şikâyetten vazgeçti.

      – Git baba, dedi. Fakat çabuk gel…

      Bu sözü duyar duymaz, babası yanağına kocaman bir öpücük kondurdu, ablasının başını okşadı ve “tamam çabuk geleceğim” diyerek hemen evden çıktı.

      Veteriner Fatih, kiracı olarak oturduğu tek katlı evin önündeki Reno marka arabasını çalıştırdı. Motorun ısınmasını beklerken bagajdaki çizme, önlük ve gerek olabilecek operasyon malzemelerini kontrol etti. Artık iyice eskimeye yüz tutmuş siyah geniş çantasında anesteziklere baktı. Her şey tamam gibi görünüyordu. Hızla direksiyona geçti, el frenini indirirken salonun penceresine doğru baktı. Çocuklar pencereden onu seyrediyorlardı. Onlara doğru bir el sallayıp yola koyuldu.

      Şiddetli bir kışın ardından köy yolları iyice bozulmuştu. Traktör tekerlekleri bazı kısımlara derin kanallar açmıştı. Sürat yapmak mümkün değildi. Çocuklara on dakika dediği mesafeyi kırk beş dakikada gidebilirse iyi sayacaktı. “Ah, dört çekerli arazi jiplerinden bir alabilsem!” diye düşündü. Ama şu ikinci el Reno’nun bile borcunu bitirememişti. “Kısmetse bir gün jipi de alırız…” diye geleceğe erteledi.

      Köye vardığında bir saattir toprak yollarda araba kullanmasın kendisini yorduğunu hissetti. Muhtar ve hayvan sahibi yola çıkmışlardı. Doğum yapamayan ineğin sahibi Hasan Ağayı görünce tanıdı. Kırk yaşında ancak vardı. Kamburlaşan sırtıyla, güneşten kararmış yüzündeki kırışıklarla, bitkin yorgun haliyle altmışında gösteriyordu. Yaşça kendisinden küçük olduğu kesin olan güler yüzlü karısı Fatma da en az onun kadar yıpranmıştı. Kızlarını evlendirmişlerdi. Geçen yıl küçük oğullarını yatılı okula gönderirken Hasan Ağa, Fatih’e akıl danışmıştı. Bu aileyi o zaman tanımıştı. Sucular köyünden yalnız onun oğlu imtihanı kazanmıştı. “Fakir halimizle altından kalkabilir miyiz? Nasıl para yetiştiririz!” diye geçen yıl bu köye bir gelişinde “Bir şey danışmak istiyorum” diyerek halktan uzaklaştırmış ve sıkılgan tavırlarla konuşmuşlardı.

      Hasan Ağanın evi hemen köyün girişindeydi. Onların minnettar bakışlarla “Hoş geldin!” deyişlerine kısaca karşılık verip arabanın bagajına yöneldi. Muhtar ve Hasan Ağa da ona yardım için yanına gelmişlerdi. Çizme ve tulumunu çıkardı. Köylüler daha yere koymadan elinden aldılar. O da rengi grileşen siyah çantasını son bir kez daha hızla kontrol ederek eline aldı.

      Eve doğru yürürken, Hasan Ağaya “Oğlandan haber var mı?” diye sordu. Hasan Ağa Veteriner Fatih’in oğlunu hatırlamasına ve sormasına çok memnun olmuştu. İçi bir an gururla doldu ama çok sürmedi. Ya inek ölürse… Oğlunu nasıl okuturdu? Duyduğu gurur bir anda bıçak olup yüreğine saplandı. “Aman Fatih Bey, gözünü seveyim…” diyebildi. Göz göze geldiler. Hasan Ağanın gözleri dolu doluydu. Taştı, taşacak…

      Fatih:

      – Sıkma canını, şimdi anayı da kurtarırız yavruyu da, diyerek omzuna vurdu.

      Kerpiç duvarla çevrilmiş avluya girdiklerinde çoluk çocuk büyük bir kalabalığın kendilerini beklediğini gördü. Hoş geldin diyenlerden birisi, kendi yöntemleriyle hasta hayvanları tedaviye çalışan Avcı Fikret’ti.

      – Ne oldu Fikret Ağa, bu kez senin metotlar sonuç vermedi mi, diye takıldı.

      Fikret Ağa sanki bu soruyu bekliyormuşçasına:

      – Traktöre bağlayıp çekelim dedim amma bana dokundurmadılar.

      Cahillerin cesurluğuyla “Sen bir bak da yine de öyle yapalım!” der gibiydi. Fatih, söylenenleri hiç duymamış gibi doğruca ahıra girdi.

      Eski bir yapıydı burası. Küçük bünyeli yerli sığırlara göre yapılmıştı. Sonra devlet bol sütlü Holştayn ırkı ineklerden kredi ile dağıtmaya başlayınca Hasan Ağa da bir tane almış buraya bağlamıştı. Bu ahır aslında iri yapılı bakımlı Holştayn ineklere göre basık ve dardı.

      Fatih, kapının yanında duran Hasan Ağanın karısına doğru tebessüm ederek;

      – Adını ne koydunuz bu güzel kızın, dedi.

      Mahcubiyet ve sevgiyle karışık bir ses tonuyla:

      – Çocuklar Alakız diyorlar, diyebildi.

      Kapıdan içeri giren Veteriner Fatih, Alakızın kendisine baktığını ve gözlerinden yanaklarına doğru yaşlar süzüldüğünü fark etti. Köylüleri dışarı çıkararak tulumunu ve çizmelerini giydi.

      Tek yerli ineğe göre bölünmüş küçük ahırda hareket etmek bile zordu. Eliyle kontrol ettiği yavrunun pozisyon bozukluğunu fark etti. Zavallı yavrunun sırtı dışarıya dönüktü. Buzağı rahim içinde başı dışarıya gelecek şekilde döndürülmeliydi. Kasılmalar bir ara verse bunu yapmak çok zor olmayacaktı fakat rahmin güçlü kasılmaları buzağıyı çevirmeye çalışan kolunu öyle kuvvetle sıkıştırıyordu ki, kan gitmeyen elinin uyuştuğunu hissediyordu. Ter içinde kaldı.

      – Hasan Ağa, şu terimi sil, dedi.

      Bu sözleri fırsat bilen Avcı Fikret:

      – Veteriner Bey, uğraşma traktöre bağlayıp çekelim, diye araya girdi.

      Fikrinin doğruluğunu bütün köylüye ispatlamak istiyordu. Olacak şey değildi. Hasan Ağa karısının aceleye getirdiği havluyla terini silerken, “Çıkarın şu adamı dışarıya!” diye bağırdı. Avcı Fikret’e sinirlenmesi sanki biraz daha kollarına güç gelmesine sebep olmuştu. Tekrar işine koyuldu.

      Kasılmalar, buzağıyı uygun pozisyona getirmesine engel oluyordu. Kollarındaki takatsizliği vücudunda da hissetmeye başlamıştı. Hasan Ağanın yatılı okula gönderdiği oğlunu düşündü. Sonuna yaklaştığını hissettiği takatiyle bir daha çevirmeye çalıştı. İşte bu sefer başarmıştı. Rahim kasılmalarının da ara verdiği bir anda buzağının başını dışarıya doğru çevirmişti. Yüreğini bir sıcaklığının doldurduğunu hissetti. Yeni bir kasılma ile ana da yavru da kurtulacaktı.

      – Hadi kızım dedi, boynunu çevirmiş kendisine bakan Alakız’a.

      İneğin gözlerinden inen yaşlar,