rullah Yusufoğlu
Kefensiz Gömülenler
Bu kitap,
Âzat Türkistan yolunda kızıl kurşunlara hedef olarak kefensiz gömülmüş “Tirik Ruhlar” Mahmudhoca Behbûdî, Çolpan, Fıtrat, Kâdirî, Gazi Âlim Yunusoğlu, Osman Nâsır, Ubeydullah Hocayev gibi masum ve mazlum milyonların aziz hatıralarına ithaf edilmiştir.
SÖZ BAŞI
Özbek şair ve yazar Şükrullah Yusufoğlu’nun “mâtemnâme” diye tarif ettiği Kefensiz Kömilgenler adlı romanı, Stalin döneminde Sovyetler Birliği’nde yaratılan korku toplumunun facialarla dolu hikâyesini anlatır. Yazar bize, eserinde bizzat şahit olduğu yaşanmış olayları anlatmaktadır. Eser boyunca isimleri zikredilen kişiler, gerçek şahsiyetlerdir. Aynı şekilde olayların cereyan ettiği yerler de hayalî yerler değildir. Bu, insanlığa dünya cennetini vaat eden, ancak netice itibariyle acı, gözyaşı ve ölümden başka hiçbir şey vermeyen Sovyet ideolojisinin, yüz milyonlarca insanı kendi şahsî hayatları, kendi şahsî düşünce ve hayalleri olmadan yaşamaya mecbur ettiği bir dönemdir.
Romanda, Rusların patronu olduğu parti diktatörlüğünü kurmak ve devam ettirmek için herkesi hiç itirazsız mutlak itaate zorlayan, parti ideolojisi dışındaki fikirleri asla kabul etmeyen, şüphe belirtisi taşıyan “acaba” sorusunun sorulmasına dahi tahammül göstermeyen, buna rağmen soru sormak cesaretini gösterebilenlerle birlikte hatta soru sormak ihtimali bulunanları bile hiç yaşamamış sayarak en ağır şekilde cezalandırıp yok eden bir idare anlayışı gözler önüne serilir. Yazar bu manzarayı tarif ederken bütün insanlığın bundan ibret almasını ve bir daha böyle bir felâketle karşılaşılmaması için dikkatli davranılmasını ister. Yazarın tarifine göre, bütün Sovyet imparatorluğu bir hapishane manzarası arz etmektedir. Sovyet imparatorluğunda herkes mahkûmdur; herkes, kaderini parti diktatörlerinin belirlediği, geçmişi ve geleceği olmayan adi bir eşya durumundadır. Roman bize, esas itibariyle Sovyet edebiyatının genel karakterini, her meslekten ve her milletten milyonlarca masum insanın Sovyet hapishanelerinde ve Sibirya’daki çalışma kamplarında hangi sebeplerle ve nasıl mahvedildiğini göstermektedir.
Kitabın başında, yazar Şükrullah Yusufoğlu’nun hayatı ve eserleri hakkında kısa bilgi verilmiştir. Birinci Bölüm’ü teşkil eden Kefensiz Kömilgenler romanının metninden sonra, bir başka Sovyet şairinin hayatı ve âkıbeti hakkında kaleme aldığımız “Bir Şairin Hazin Hikâyesi: ÖZBEK ŞAİR OSMAN NÂSIR’IN HAYATI” ve “TÜRKİSTAN’DA ‘KIZIL KIRGIN’ KURBANLARI” adlı iki yazı, romanda anlatılan olayların sebep ve sonuçlarını geniş surette ele alması sebebiyle kitaba “İkinci Bölüm” olarak dâhil edilmiştir. Şükrullah Yusufoğlu, eserlerini severek okuyup ezberlediği ve şiirde kendisine örnek aldığı Osman Nâsır’ın adını eserinin birçok yerinde telâffuz etmektedir. O da tıpkı Şükrullah gibi benzer sebeplerle tutuklanmış, Sibirya’ya sürgün edilmiştir. Şükrullah ölmeden evine dönebilmiş, Osman Nâsır ise bir daha Türkistan’ı görememiş, Sibirya’da kefensiz gömülmüştür.
Bengü Yayınları mensupları kitabı yayımlamak nezaketini gösterdiler. Bu sebeple, yayında hizmeti geçen herkese teşekkür ediyorum.
ŞÜKRULLAH YUSUFOĞLU VE ESERLERİ HAKKINDA
Hayatı
Şükrullah Yusufoğlu’nun hayatı ile ilgili bilgiler, 2006 yılında tarafımıza yazdığı “Özim Hakımda” başlıklı mektubu, kendisinin Kasasli Dünya (Taşkent 1994) ve Yahşilikniŋ Cezâsı-Cevâhirat Sandığı (Taşkent 1995) adlı kitapları ile kendisi hakkında yazılmış yazılardan müteşekkil Umrbâkiylik-Şükrullâ İcâdınıŋ Turfa Kırraları (Taşkent 2001) ve Sâbir Mirveliyev’in Özbek Edibleri (Taşkent 1993) adlı kitaplardan derlenmiştir.
Şair Şükrullah Yusufoğlu, 1921 yılında Taşkent’te dünyaya gelmiştir. Babası Hâfız Yusuf, demiryolu idaresinde sağlık memuru olarak çalışan ve görevli gittiği Sırderya boylarında kızamık, çiçek, veba gibi bulaşıcı hastalıklara karşı aşı yapan dindar bir hekimdir.1 Gafur Gulam’ın anlattığına göre, babası Arap ve Fars dillerini biraz bilen2 ve aynı zamanda şiir ve mûsıkîyi de sevdiği için edebiyat ve sanat erbabı kimselerle de dostluğu bulunan bir şahsiyettir.3 Hâfız Yusuf’un evi, âlim ve müderrislerin de toplanarak tefsir, hadis gibi dinî ilimlerin yanı sıra Ali Şîr Nevâî’nin eserleri hakkında sohbetler ettikleri bir mekândır. Bu dostlarından biri, hâne sahibinin bir oğlunun dünyaya geldiğini duyunca, şu dört mısraı söyleyerek doğumuna tarih düşürür ve çocuğa “Şükrullâhan” adını verir:
“Birâderimge beribdi tâzeden cân,
Ömr-i azîzige bersin aman.
Târîh-i tevellüdi nâmı cüz olub,
Kemâlige yetsin Şükrullâhan.”
Pavel Ulyaşov’a anlattığına göre, şairin annesi Zeynep Hanım da malûmat sahibi bir kadındır. Mahalledeki çocuklara okuma-yazma öğretir, Nevâî, Fuzûlî gibi klâsik şairlerin gazellerini ezberinden okur. Şair, annesinden bahsederken, bu aydın kadının “ilk öğretmeni” olduğunu, şiirdeki kafiye ve durakları çocuk yaşında ondan öğrendiğini, “şiirin âhengini kulağına ilk üfleyen”4 kişinin de annesi olduğunu söyler. Şair, kendi ifadesine göre, çocuk yaşlarından itibaren “daima şiir muhitinde yaşamıştır.”5 Babası Hâfız Yusuf, mesleği gereği hekim olarak şehir şehir dolaşıp evde çok az bulunduğu için Şükrullah’ın terbiyesiyle daha ziyade annesi meşgul olur.6
Şair, 1935 yılında Taşkent Pedagoji Bilim Yurdu (=Öğretmen Okulu)’ndan, mezun olunca, Karakalpakistan’da köy öğretmeni olarak çalışmaya başlar. Birkaç yıl sonra girdiği Taşkent Devlet Pedagoji Enstitüsü’nün Özbek Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndeki eğitimini 1944 yılında tamamlayıp Filoloji Fakültesine asistan olur.7 İkinci Dünya Savaşı devam ederken askere alınır; fakat enstitüde son sınıfta okuduğu için Almaata’dan Taşkent’e geri gönderilir.8 Bundan sonra bir süre Taşkent Devlet Dârülfünûnu’nda yüksek lisans eğitimine devam eder. Fransız komedi yazarı Molière’in eserleri üzerindeki ilmî çalışması yarım kalır. Savaştan sonraki yıllarda Taşkent’te çeşitli matbaa ve yayınevlerinde çalışır.
Pedagoji Enstitüsü’nde okuduğu yıllarda, eserlerini severek okuduğu Süleyman Çolpan, Abdullah Kadirî, Osman Nâsır gibi şair ve yazarlar, Sovyet rejimini kabul etmeyen millî aydınlar olarak tasfiye edilirler. Şükrullah da 1930’ların sonlarına tesadüf eden bu “katağan” (= ağır baskı ve katliam) yıllarında ilk şiirlerini yazmaya başlar. Şiir yazarken Çolpan ve Osman Nâsır’ı kendisine örnek alır, onların üslûbunu devam ettirmeye çalışır.9 İlk gençlik yıllarında, Pedagoji Bilim Yurdu (= Öğretmen Okulu)’nda okurken, şair Osman Nâsır’ın yeni yayımlanan her eserini kısa zamanda ezberler; ezberlediği bu şiirleri, sohbet toplantılarında heyecanla okur. Kendisi, bu şairlerin tesirinden söz ederken, “Bizi, Osman Nâsır gibi şairlerin eserleri edebiyata soktu,” demektedir.10 Şair, o yılları mektubunda şu cümlelerle hatırlamaktadır: “O yıllarda, Özbek halkının en müstesna kabiliyet sahipleri olan Abdullah Kâdirî, Çolpan ve bilhassa şiirlerini severek ezberlediğim Osman Nâsır’ın milliyetçi ve halk düşmanı suçlamasıyla hapsedilmeleri, beni son derecede kaygılandırmış ve tarif edilmez derecede öfkelendirmişti. Bu üzüntüm, bu öfkem, 1938-1939 yıllarında enstitüdeki öğrenciliğim sırasında şu dört mısradan ibaret şiir hâlinde kalbimi yarıp çıkmıştı:
Vücudumu dilip pâre pâre
Eyle, asla vicdanımı satmam,
Halk derdini yerleştirdim gönüle,
Öldür, ölümden de dönmem.
Vücudumnı