Yusufoğlu Şükrullah

Kefensiz Gömülenler


Скачать книгу

halk düşmanı olarak hiçbir ferdi tutuklanmamış bir aile bulmak mümkün mü? 1920’lerden itibaren Ceditçilikle suçlanan aydınlar tutuklanmaya başlanmıştı. 1927-1928 yıllarında dindarlar, mülk sahipleri kulak sayıldı. Bir kısmı yabancı unsur sayılarak tekrar tutuklandı, sürgün edildi. Bu temizlikler yetmezmiş gibi 1937 yılından başlayarak Parti Merkez Komitesi sekreterleri, devlet adamları ve yazarlar halk düşmanı ilân edildiler. Tutuklama ve kırgınlar başladı. Bu durum 1940 yılına kadar devam etti. İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra, cepheden dönenlerin bir kısmı faşistlere esir düşmekle suçlanarak tutuklandılar. 1947 yılından başlayarak yazar, ilim adamı ve sanatkârları, ideolojiye aykırı davranmak ve kozmopolit olmakla suçladılar. Tekrar tutuklamalar başladı. Herhangi bir yakını, akrabası tutuklanmayan kimse kalmadı. Hatta insanlar tek olarak değil, bütün aile fertleriyle birlikte cezalandırıldı. Sürgün edildi.” (s. 34)

      “Deŋizde Bir Tün” adlı şiirinde güzelliklerini terennüm ettiği yurduna olan sevgisini ifade etmekten dolayı milliyetçilikle suçlanıp “halk düşmanı” olarak yirmi beş yıl hapis, beş yıl sürgün ve beş yıl da hak mahrumiyetine çarptırılarak Sibirya’ya sürgün edilen şair Şükrullah Yusufoğlu, tutuklanmasını, mahkûm edilmesini, hapishane ve Sibirya’daki çalışma kamplarında geçen yıllarını Kasasli Dünya adlı kitabında şöyle hatırlar:

      “Tutuklandığım günlerde dört yaşındaki oğlumun benim ‘Kreml Yulduzları’ şiirimi dilinden düşürmediğini hiç unutamıyorum. Evi aradıkları sırada da oğlum Kremlin ve Stalin hakkında yazdığım bu şiirimi okuyordu. Çocuğunu devlete ve partiye sadakat ruhuyla terbiye eden bir şairin milliyetçi ve Sovyet hükûmetine karşı olması, insan mantığının kabul edemeyeceği bir şeydi.

      Benim davamı savcı Suhanov üzerine aldı. Savcı beni, “milliyetçi olduğu için hapsedilen Osman Nâsır ve Çolpan’ın şiirlerini okumuşsun’, ‘Sovyet sisteminden şikâyet ederek filâncanın toyunda Stalin’in ‘hayat güzel, refaha kavuşuldu, sözlerini alay konusu etmişsin’, gibi suçlarla itham etmişti. Bana, ‘pesimist şiirler yazmış’, damgası basıldı. Aslı esası olmayan suçları üzerime yıkmaya çalıştılar. Böylece uykusuz geceler ve ıztıraplar başladı.22

      1952 yılında mahkeme görüldü. Bizi vaktiyle ‘halk düşmanı’ olarak suçlanan Ekmel İkramov’un, Feyzullah Hocayev’in yerine koydular. Her birimize 25 yıl hapis, 5 yıl sürgün cezası verildi, 5 yıl da siyasî hak mahrumiyetine çarptırıldık.

      Mahkemeden sonra Taymir yarımadasına gönderdiler. Bizi buraya getirdikleri sırada güneş henüz batmamıştı, öğleden sonrasına benziyordu. Bütün her yer, barakalar gündüz gibi görünüyor, fakat ortalıkta bir tek insan görünmüyordu. Hiç kimsenin olmaması bizi korkutmuştu. Bizi kimsenin bulunmadığı bir yere attılar diyerek endişeye kapılmıştık. Sonradan anlaşıldı ki, bu sıralar kuzeyde güneşin batmadığı aylarmış. Biz vardığımızda, vakit gece yarısıymış. Bizim gibi kara bahtlılarla ‘şafak’ vakti buluştuk.

      Oraya varınca şair olduğumu gizlemek istedim. Çünkü hapishanedekilere güvenmiyordum. Ben onların ağır suçlular olduklarını zannediyordum. Fakat düşündüğüm gibi olmadı. Şair olduğumu öğrendiler. Elime kazma kürek tutuşturdular. Etrafımdakilerin kendi aralarında konuşurlarken, ‘haydi şair, gücünü göster; emeğin Sovyet devletinde zevk, şan ve şeref olduğunu söyleyerek methiyeler yazdın, işte şimdi bu zevki sen de tat bakalım’, dediklerini biliyordum. İki yıl hapiste yatıp gücümü kaybettiğim için toprak dolu ağır el arabasını zorla sürüklüyordum. Bu durum, bazılarının gülmelerine, bazılarının da merhametine sebep oluyordu. Son derece ağır vaziyette olduğumdan haberdar olan ve 7-8 yıldan beri bu kampta mahkûm olarak ömür çürüten Taşkentli doktor Turgun Alimuhammedov’un aracılığıyla daha hafif bir işe geçtim. Nöbetçi sıhhî tesisatçı oldum. Fakat hafif zannedilen bu işin hatta beni ölmeye bile razı eden sıkıntıları yok değildi.23

      Gerçi bana yabancı olan bu iş, beden bakımından asırlık buzulu kazmaya nazaran hafif ve üstü kapalı atölyede olsa da esarette, kamp hayatında öyle beklenmedik işkenceler ve dehşet verici olaylar oluyordu ki, bazen 25 yıl hapiste yatmaya bile razı olurdun.

      Benim çalıştığım atölye, kamptan birkaç kilometre uzaktaydı. Soğuğun 45-50 dereceye ulaşıp da kar fırtınalarının başladığı günlerde mahkûmlar bazen işe çıkarılmıyordu. Fırtına sırasında soğuk 50-60 dereceyi geçiyordu. Fakat benim gibi gece nöbetçileri, inşaatta ertesi gün lâzım olacak malzemeyi hazırlamak için her türlü hava şartlarında işe çıkmaya mecburdu.

      Böyle zamanlarda, ellerinde otomatik tüfekler ve yanlarında köpekler olduğu hâlde muhafızlar bizi sıraya dizer ve her zaman olduğu gibi, ‘sıradan bir adım dışarı çıkmak veya arkada kalmak, firar sayılacak ve hiç ikaz edilmeksizin ateş açılacak’ diye emir verirlerdi.

      Her taraf dümdüz. Gece. Dehşetli kar fırtınası, etrafımızda aç kurtlar gibi uluyor. Üstümüzde kamptan verilen pamuklu kaput veya pösteki, pamuklu pantolon, keçe çizme, eldiven. Bunlardan başka kendi temin ettiğimiz veya evden gönderilen kalın giyeceklere bürünmemize rağmen fırtınanın şiddetinden karın içimize işlediğini fark etmiyorduk.

      Gözlerimizden başka her yerimiz sarılı olup açık kalan yerimizi soğuk bir anda haşlayıp geçiyordu. Dehşetli fırtına göz açtırmıyordu. Soğuktan yaşaran gözlerde kirpiklerimiz ceviz kabuğu gibi buz tutuyordu. Bir adım ilerisini bile görmek kolay değildi. Böyle zamanlarda yanılarak sıradan bir adım dışarı çıktın mı, hayatın tamamdır! Muhafız, bunu firar sayarak ateş açıyordu. Ölüp gitmek, mesele değil. Beni, bu vakitsiz ölüm korkusu dehşete düşürüyordu.

      Takatim tamamen kesilmişti. Var gücümle fırtına ve soğuğa rağmen sıradakilere yetişmeye çalışıyordum. Bir gün soğuktan iki gözüm kapanarak buz kapladı. Buzu sıyıracak olsam, kirpiklerim dökülecek. Çaresizlikten yanımdaki arkadaşıma, ‘beni elimden tut, götür’, dedim. Bizim kendi aramızda konuştuğumuzu fark eden çavuş, bir şeyden şüphelenerek tel örgüye yaklaştığımız sırada bizi durdurup, ‘herkes otursun, ayakta kalan vurulur’, dedi. Çaresiz herkes oturdu. Bu cezalandırma yüzünden bazılarının ayaklarını, bazılarının da yüzünü soğuk çarptı. Ben ise atölyeye sağ salim ölmeden geldiğime şükrediyordum. Çünkü hapis süresi bitip de serbest kalacağı sırada boşu boşuna vurulup ölenlere şahit oldum.24

      1951 yılında tutuklandım. Dış dünyadan, doğup büyüdüğüm mahallemin, yurdumun güzelliklerinden, hürriyetimden mahrum kaldım.25

      Ben tutuklanınca, uzak tanıdıklar şöyle dursun, yakın akrabalarım bile yabancılaştılar. Evde kalan iki çocuğum ile hâmile karımın hâlini kimse sormadı. Aynı şekilde hiçbir akrabam hapishaneye gelip beni sormadı. Dün benim şiirlerime, hatta bende bulunmayan faziletlere methiyeler düzerek kadeh kaldıran tanıdıklar, her gün beraber olduğumuz dostlar nerede? Yok, yok! Peki, niye? Bunun sebebi nedir? Müsebbibi kim? Bu sorular beni hiç rahat bırakmıyor.

      1955 yılında hapisten kurtuldum, aklandım. Suçsuz dediler. İlk günler, bundan haberdar olan komşularım geldiler. Daha sonra yavaş yavaş önünü arkasını kollayarak bazı akrabalarım da gelmeye başladılar.

      Fakat dört gözle beklediğim dert ortağım, fikir ortağım dostlarım?! Geleli birkaç hafta oldu. Şair ve yazar dostlarımdan hiçbir haber yoktu. Aylar geçti, fakat merhum şair Mamarasul Babayev ve birkaç yazardan başka hiç kimse gelmedi. Bunun sebebi nedir? Bu korkaklık mı? Yoksa sevgisizlik ve riya mı?

      Bunların hepsi sevgisizlik, korkaklık, dost