Yusufoğlu Şükrullah

Kefensiz Gömülenler


Скачать книгу

belgemi görmek istediler. Evde kimin olup olmadığını tespit ettikten sonra, hiç kimsenin hiçbir yere kıpırdamaması gerektiğini belirttiler. Benden de evde silâh ve yasak siyasî kitaplar olup olmadığını sorduktan sonra arama yapacaklarını söylediler. Ben ne diyebilirdim ki! Eğer birisi yasak kitaplar bulundurduğuma dair bir bilgi verdiyse, böyle şeylerin bende bulunmadığından emin olmak için bakarlarsa baksınlar diye içimden geçirdim. Acaba halk düşmanı olarak tutuklanıp hapsedilen Ekmel İkramov, Feyzullah Hocayev, Abdullah Kâdirî, Çolpan39 ve Osman Nâsırların kitapları, hatta onların adlarının geçtiği gazete ve dergiler çıkar mı ümidiyle inceden inceye aradılar. Hatta babamın ve akrabalarımın 1920-30’lu yıllarda Avrupaî kıyafetle çekilmiş fotoğraflarına kadar her şeyi topladılar. Daha sonra öğrendim ki, bütün bunları Ceditçilerle alâka kurmak düşüncesiyle almışlar. Hatta benimle birlikte orta ve yüksek okullarda okuyan dostlarımın, mahalle arkadaşlarımın ve bütün tanıdıklarımın savaştan gönderdikleri fotoğraflarını bile aldılar. Evdeki bütün eşyaları her tarafa saçıp savurarak arama yapıyorlardı. Hiçbir şeyden haberi bulunmayan dört yaşındaki küçük oğlum ise o sırada onlara benim yazdığım “Kremlin Yıldızları” adlı şiirimi okuyordu.

      Arama sırasında şahitlik etmek için çağırılan komşu kadın, babasının âkıbeti meçhûl olduğu için mi, yoksa bana acıdığı için mi, küçük çocuğu bağrına basarak hüngür hüngür ağladı.

      Ben ise evimde yasaklanmış herhangi bir şey bulunmayacağından emin olarak rahattım. Fakat bu rahatlık uzun sürmedi. Arama bitince, beni götüreceklerini söylediler. Nereye, niye, açık bir cevap vermediler. İsterseniz, ihtiyaten yorgan, yastık ve giyecek eşyası alabilirsiniz, dediler.

      Hanım, çoluk çocuk ve evde bulunan komşuların feryat figanları arasında onlarla beraber gittim.

      Başıma gelen felâketler, yıllarca sürecek ayrılık ve kara günler, işte o an başladı. Fakat önümdeki yol, benim için tıpkı gözü bağlı bir insanın önündeki yol gibi karanlıktı.

      KGB hapishanesinin tek kişilik hücresine atılışımın üstünden günler geçti. Hapsedilişimin ertesi günü saçımı kestiler. Bu da uğursuz bir haberin, yani bu kodesten kısa zamanda çıkmak ümidinin sona erdiğinin bir işaretiydi. Nitekim bunu doğrularcasına adımın yazılı olduğu küçük bir tahta plâkayı göğsüme asarak fotoğrafımı çektiler. Kendi kendimi asıp boğmayayım düşüncesiyle kemerimi, hatta damarlarımı kesmeyeyim diye pantolonumdaki ve bütün elbiselerimdeki düğmeleri koparıp aldılar.

      Tutuklanışımın kaçıncı günüydü, hatırlamıyorum, nöbetçi, kaldığım hücrenin demir kapısındaki delikten adımı seslenerek hazırlanmamı emretti.

      Hazırlanıp bekledim. Kapı açılıp da çıkmamla birlikte nöbetçi tepeden tırnağa – güya ben bir şey saklıyormuşum gibi – her tarafımı aradıktan sonra:

      – Ellerini arkaya uzat, yolda konuşma, yürü dediğim zaman yürüyeceksin, dur dediğim zaman da duracaksın, deyip buradaki usûlü anlatarak beni bir yere götürdü. Bu tehdidin altında, bugünden itibaren bütün insanlık haklarından mahrumsun, kimliğini şimdilik unut, mânası yatıyordu.

      Peki, beni nereye götürecek? Yine başıma neler gelecek? Bunları sadece Allah biliyordu.

      Nöbetçi, beni sorgu memuru Suhanov’un odasına soktu. Suhanov, sahte bir yakınlık gösterip, – Durumun nasıl, diye sordu sırıtarak. Bu “yakınlığı” açık bir alay mânasında anlamak lâzımdı.

      Bugünkü sorgulama, âdeta doğduğum günden bugüne kadar bütün yaptıklarımı hatırlatmak istercesine hayat hikâyemden başladı. Doğduğum yıldan başlayarak anne ve babamın kimler oldukları, ne zaman doğup ne zaman öldükleri, akrabalarımın kimler oldukları, tutuklanıp tutuklanmadıkları, başka ülkelerde bulunup bulunmadıklarına varıncaya kadar her soruya cevap verdim. O da uzun uzun bir şeyler yazdı. Nihayet yazdıklarını okuyarak imzalamamı istedi. İmza atmadan önce okudum ve hayretten dona kaldım. Doğduğum yıldan başka hemen hemen bütün ifadeler bozulmuş, benim söylemediğim şeyler ilâve edilmişti.

      Baban kim, sorusuna babam da, sülâlem de hekimlikle meşgul, diye verdiğim cevabım, babam dindar, dinî mektep muallimi, ben kendim Sovyet karşıtı propaganda ile meşgulüm, şeklinde yazılmıştı. Acaba benim hayat hikâyemi bozarak yeniden yazmalarının sebebi ne olabilirdi? Bundan gözetilen yegâne maksat, bütün sülâlesi ile Sovyet düşmanı yaftasını boynuma asmaktan ibaretti. O sıralarda, bilhassa, dindar mı tamamdır, Sovyet düşmanıdır, şeklinde anlaşılıyordu.

      Ben imza atmaktan kaçındım. İşte o günden itibaren akı kara ve işlemediğim suçları işledi diye göstermek, tehdit, hakaret ve yalanlar başladı.

      Bu hakaret ve işkencelerden kurtulmanın tek bir yolu vardı, o da saçımın telinden tırnağıma kadar Sovyet devletine düşmanım, milliyetçiyim, diye yazıp vermekti. Bu da kendi kendimi ölüme mahkûm etmekle aynı şeydi.

      Buna kim razı olur?! Ya razı olmazsan? Hücreye atarlar. Hücre nasıl olur, biliyor musun? Yattığın yer beton. Her gün yediğin bir kepçe yavan darı aşı veya sulu lâpadan da mahrum edilerek iki yüz gram ekmek ve su ile gün geçirirsin. Aylarca uyutmayabilirler. Evinden getirilen yiyecek-içecekten de, mektup ve haberden de mahrum edilirsin. İstedikleri kadar hakaret ve işkence etmeleri mümkündür. Bunların hepsine tahammülün yeter mi? Yaşamaktan ümidin var mı? Nasıl dayanırsın? Ne yapmak gerek? Yalanları doğru kabul etmek, bu da kendi kendini düşman ilân etmek sayılmaz mı? Kaldı ki, böyle yapsan bile, eksik olma, diyerek seni hiç zindandan âzat edip gönderirler mi?

      Düzmece suçlamaları imzalamayı reddettikten sonra sorgu memuru:

      – Niçin tutuklandığını biliyor musun, diye sordu.

      Bununla, sen imzalıyor musun, imzalamıyor musun, seni düşman olarak tutukladık mı, buna mecbur ederiz, demek ister. Elbette, benim hayret etmekten ve hayır, demekten başka cevabım olamazdı. Sorgu memuru benden hayır cevabını duyunca, oturduğu yerden öfkeyle fırlayarak:

      – Sahtekâr!.. Sahtekâr! Düşman sahtekâr olur! Sovyet karşıtı faaliyetlerin, pantürkist va panislamist fikirlerin hakkında bir şey bilmediğimizi mi zannediyorsun? Zorlayıp işkence etmeden ve hiçbir şeyi gizlemeden kendin anlatırsan, bu durum suçunu hafifletir. Maksim Gorki ne diyor? Şairsin, biliyor olmalısın! “Düşman kendi teslim olmazsa, onu paramparça ederler”, öyle mi, diye gürledi.

      – Olmayan bir şeyin nesini gizleyeyim? Suçumu biliyorsan, söyle! Benim Sovyet devletine hiçbir düşmanlığım da, hafifletecek veya ağırlaştıracak herhangi bir suçum da yoktur.

      Benim bu cevabımı hakaret sayarak masayı öfkeyle yumrukladı:

      – Düşmanlığını gizleyerek bizi kandırmak mı istiyorsun, iftiracı! Sana merhamet gösterilmeyeceğini düşün, diyerek vurmak üzere gelip tepeme dikildi.

      Papağan gibi durmadan aynı şeyi tekrar ediyordu:

      – Sovyet devletine karşı nasıl ve kimlerle beraber mücadele ediyorsun? Biz mecbur etmeden kendin söyle!

      Her ne kadar tehdit ve hakaret ettiyse de benim cevabım hep aynı oldu:

      – Ben düşman değilim ki, neyi düşünüp neyi söyleyeyim?!

      – Senin şiddetli düşmanlığının bir alâmeti de şu ki, hatta sen Sovyet çekistlerini40 bile yalancılıkla suçluyorsun, onlara da inanmıyorsun.

      – Hayır!.. Ben çekistleri en fedayi, devlet ve vatan menfaatinden başka bir şey düşünmeyen en dürüst insanlar olarak görüyorum.

      Fakat ben sorgu memuruna nasıl cevap verirsem