Yusufoğlu Şükrullah

Kefensiz Gömülenler


Скачать книгу

tutuklanan milliyetçi, halk düşmanı yazarlarla alâkan?

      – Hiçbir milliyetçi ile hiçbir alâkam yok. Varsa söyle, kabul ediyorum!

      – Biz hepsini biliyoruz. Düşman sahtekâr olur, hemen kabul etmez.

      Benim cevaplarımdan kanı beynine sıçrayan sorgu memuru, benden önce tutuklanan Hamid Süleyman, Mirzakalan İsmailî41, Şühret42, ağabey-kardeş Alimuhammedovlar ve Mahmud Muradovlarla tanışıklığımız, bunlarla olan alâkam, nerelerde buluştuğumuz ve Sovyetlere karşı nasıl bir ideolojik kundakçılık işleri tertiplediğimiz hakkındaki sorulara cevap vermemi istemeye başladı.

      Buna imdat demekten başka çare yok. Nereye kaçarsın? Neyi düşünüp, neyi itiraf edeceğim?

      – Biz hiç kimseyi suçsuz yere tutuklamıyoruz. Suçsuz insanlar buraya gelmiyor.

      Sorgu memuru bana ters ters baktıktan sonra nöbetçiyi telefonla çağırarak beni alıp götürmesini emretti.

      İşte, kaç gündür tek kişilik hücredeyim. Sorgu memuru beni unuttu. Belki de suçlarını iyice düşünsün, diye çağırmıyordur. Eğer öyleyse, hangi suçumu düşüneyim?! Kendi kendime sorular soruyorum, işlediğim bir suç var mı diye arıyorum. Belki de unutmuşumdur…

      Eğer birisi bana bütün bunların herhangi bir zamanda annemin, babamın kalplerini kırdığım için başıma geldiğini söyleyecek olsaydı, onların ayaklarına kapanarak özür dilemeye, hatta her türlü cezaya da razı olurdum. Fakat kendi vatanıma, kendi halkıma asla ihanet etmedim! Eğer böyle olsaydı ölmeye razıydım.

      Kaderimi vicdanıma havale ederek kendi kendime sorular soruyorum. Acaba hayattan, siyasetten memnun olmadığım zamanlarım olmadı mı? Oldu mu? Belki de bunun için tutuklamışlardır?

      Tutuklayıp hapse attıklarından beri kış geçti, bahar geldi. Bu arada kırlarda çimenler yeşerip gelincikler açtı mı, ağaçlar tomurcuklanıp çiçeklendi mi, bilmiyorum; bunları görmek imkânından tamamen mahrumum. Kuşların sesi de benim için yabancı. Benim yattığım hapishaneye baharın ne rüzgârı, ne de nefesi giriyor. İşlediğim hangi suçlarıma karşı Tanrı bu huzur verici nimetlerinden beni mahrum kıldı!?

      Haydi, sorgu memurunun dediği gibi başımdan geçenleri düşünüp bir görelim… Kâmil-i mutlak olan yaratıcının bu gazabı hangi günahlarım sebebiyle başıma geldi ki? Babam hâfız ise, bunun suçlusu ben miyim? Abdullah Kâdirî veya Osman Nâsır’ın eserlerini okumak suç mu? Bundan Sovyet devletine nasıl bir düşmanlık hâsıl olabilir? Benim ne suçum var?

      Bana isnat edilen asıl suçlardan birisi de Sovyet hâkimiyetine düşman oluşum, sovyet hayat tarzından ve siyasetinden memnun olmayışım, bundan şikâyetim imiş! Düşmanlık var, rızasızlık var!.. 1930’lu yıllarda insanlar açlıktan şişip öldü. Bundan kim razı olur? 1937 yılında masum insanlar tutuklanıp yok edildiler. Kim buna rıza gösterir? Kendimi bildim bileli, ilk gençlik yıllarımdan itibaren daima bir korku ve daima bir endişe ile, daima can korkusuyla yaşadığım, bundan memnun olmadığım doğru, bunu saklamıyorum. Eğer bu da bir düşmanlık sayılıyorsa!..

      Beş-altı yaşlarımda şahit olduğum adaletsizlikler, zorbalıklar hâlâ aklımda.

      Mahallemizin Mamanbey adlı bir encümen üyesi vardı. Son derecede sahtekâr bir adamdı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında haddinden fazla erzak karnesi alıp satmaktan dolayı tutuklanıp hapishanede öldü. Mahalle halkının çoğu buna üzülmedi bile. Hatta insanlar arasında, “kendi etti kendi buldu, kimsenin hakkı kimsede kalmaz, bir kötü eksildi”, diyenler bile oldu. Mamanbey hiç kimsenin hakkına, hukukuna aldırış etmeyen ve nice nice mahalle sakininin 1928-30 yıllarında haksız yere kulak43 sayılmasına ve tutuklanmasına sebep olanlardan birisiydi.

      Hiç aklımdan çıkmıyor. 1926-27 yıllarında her gün olmasa da haftada bir, on günde bir, babam “damle”, yani dinî mektep muallimi olmadığı hâlde kapımızın önünden “Hâfız muallim” diye bağıra-çağıra geçip giderdi. Mamanbey’in “damle” sözünü üzerine basa basa telâffuz etmesinin sebebi, beni kandıramazsınız, dindar, damle diyerek kulak saydırıp sürgüne göndertmek de elimden gelir, mânasında ikaz ve tehdit etmekti. Onun bu niyetini bilen babam da “damle” olmadığını ispat etmek için Çar Rusyası devrinden beri hekim olduğunu belirten şehâdetnameden başlayarak Sovyet devrinde hangi kaza, hangi şehir, hangi cumhuriyette ne zaman ve ne kadar insanı tedavi ettiğine dair belgelerini çıkarıp gösterirdi. Ancak okuyup yazabilen Mamanbey bu belgeleri okuyabilir miydi, okuyamaz mıydı bilmiyorum, filân yere gösterin, der ve başka hiçbir şey söylemeden dönüp giderdi.

      Fakat haftası geçmeden yine bir bahaneyle mahallenin işgüzarlarından birini yanına alarak bağıra-çağıra kapıda peyda olurdu:

      – İkinci katı çıkıp görmek istiyoruz, oraya adam yerleştireceğiz.

      – Orası insanın oturabileceği bir yer değil ki, ne kapısı, ne penceresi var, odun, kuru yaprak koymaktan başka işe yaramaz…

      Annemin bir kenardan yüzünü başörtüsüne saklayarak verdiği bu cevabına, – Buraya girecek olan adam kendisi için gerekli olan şeyi yapar. İçindeki öteberiyi indirin, diye tehditkâr cevap verirdi.

      Annemin, – Hâfız ağabeyiniz bu defa uzağa, Kazakistan tarafına işe gittiler, gelsinler, ondan sonra bir çaresi bulunur, feryadına rağmen “Yarın adam girecek”, der demez arkasına bakmadan çıkıp giderdi.

      Üstümüze kim gelecek? Bizim üstümüzde kim yaşayacak? Bu zorbalık ve endişelerden dolayı sadece annemde değil, küçük bir çocuk olan bende de rahat, huzur olmazdı. İçimde daima “kulak” edilirsek veya “damle” diyerek babamı tutuklarlarsa ne yaparız endişesi, korkusu yatıyordu. Annem ise kapı tık edecek olsa, Mamanbey üstümüze kimi göçürüp geliyor, korkusuyla ömür tüketiyordu.

      Babam bu sıkıntıdan kurtulmak için ancak küçük bir çocuğun çıkabileceği tahta merdiveni birisine vererek yerine tutunmadan çıkılamayacak ağaç bir merdiven bulup koydu. Güya bununla üstümüzdeki tavan arasına aile göçürülmesi endişesinden kurtulmuş olduk.

      Hayır, teyzemin oğlu Ubeydullahan’ın keramet gösterip söylediği gibi, bununla da Mamanbey’in kapıyı çalıp gelişinden kurtulamadık, onun söyledikleri gerçek oldu.

      Babam, 1925-1926 yıllarında benim sünnet düğünüm dolayısıyla hiçbir art niyeti olmaksızın, sırf heves ederek yeni bir ev yaptırmıştı. O sırada avlumuza gelen Ubeydullahan’a övünerek:

      – Ubeydullahan, evimiz henüz yarım, tavanlarını boyatıp duvarlarına alçı çektireceğim, o zaman gelip görünüz deyince, Ubeydullah ağabeyim:

      – Değil alçı çektirip tavanlarını boyatmak, mümkünse bozarak teneke yerine toprak dam yaptırın, zaman bunu gerektiriyor; yoksa iki katlı evin var, zenginsin, diyerek elinden alırlar. Sizi kulak saymasalar bile üstünüze başka adam getirirler, bugünkü siyaset böyle, demişti.

      Bu nasıl bir zamandır, kendi meşru işinden kazandığın para ile canının istediği gibi yaşayamıyorsun, bu nasıl bir hayat?! Bundan büyük zorbalık olur mu?

      Ubeydullahan, Rusya’nın şehirlerinden birinde, 1905 yılında hukuk mektebini bitirerek avukat olmuş, çok bilgili, zamanın siyasetinden haberdar bir adamdı. Lev Tolstoylar ile mektuplaşıyordu. 1917 yılında Hokand muhtariyetinin önde gelenlerinden biri olmuştu. (Elbette Ubeydullah Hocayev ağabeyimin Hokand muhtariyetinin önde gelenlerinden olduğu bir yana, hatta akrabam olduğunu bunlara söyleyecek olursam, bunu bütün suçları birleştirerek beni hapsetmek için en önemli bir sebep sayarlardı.) Aradan henüz bir-iki yıl geçmeden