Yusufoğlu Şükrullah

Kefensiz Gömülenler


Скачать книгу

insanın midesi bulanıyor. Tren, sadece büyük istasyonlarda duruyordu. O zaman nöbetçilerle birlikte sıcak su almak mümkündü. Tuvalet yok, lâzımlık kullanılıyor. Vagonun sıcağına dayanmak mümkün değildi. Lâzımlık, tren hareket hâlindeyken pencereden veya kapıdan dökülüyordu. Su da kâfi değildi. Onu da temizlemek gerek. Bu vaziyette on üç gün yol aldık. Yanımıza aldığımız erzak, ne kadar idareli olunsa da yetişmiyordu. Her gün öğle vakti balık çorbası veriliyordu. Bu çorbayı da bilhassa çocuklar içmek istemiyor, itiraz ediyorlardı. Bu işkence altında Odesa şehrine geldiğimiz bildirildi. Daha ne kadar gideceğimiz meçhûldü.

      Bizi Odesa’da “Penay” gemisine aktardılar. O sırada göz ve iç hastalıkları arttı. Hemen hemen bütün çocuklar gözlerinden hastaydı. Gözlerimiz şişiyor, kapanıyordu. Benim üç yaşındaki küçük kardeşim Abdülaziz’in akciğerleri iltihaplandı. Ateşi yükseldi, epilepsi oldu. Annem babam uyumayıp sıra ile kucaklarında taşıdılar.

      Yirmi dört saat sonra Herson şehrinde gemiden indik. Yüz kadar at arabasıyla köylere dağıtıldık. Burada kulaklar dört millete ayrıldı: Kazak, Türkmen, Özbek, Kırgız. Her milleti ayrı köylere götürdüler. Babamı, Taşkent’ten kulak olarak gönderilenlerin başına idareci tayin ettiler. Babam Rus dilini güzel konuşur, okuma yazma bilirdi. Bize “Yastreb” köyünü verdiler. Yirmi aile Yastreb köyüne gittik. Hoşvakt ağabey ve yaşlı karısı da bizimle birlikteydiler.

      Bizim gittiğimiz köydeki Ukraynalılar, Sibirya’ya sürgün edilmişler, mal mülkleri, evleri bizimki gibi müsadere edilmişti. Evler bomboş, etrafını otlar sarmış. Hatta pencereler bile zor görünüyordu. Her aileye bir oda ve dehliz hâlinde küçük bir giriş ayrıldı. Hoşvakt ağabey, yaşlı karısıyla bizim yanımıza yerleşti.

      Hoşvakt ağabeyin bizimle beraber gelmesi, babam için büyük sıkıntıydı. Çünkü bir çapasından başka hiçbir şeyi yoktu. Ona bir keçe, bir yorgan, bir yastık ve bir yatak ayırdı. Ev ve mutfak eşyası olarak bize pek az bir şey verilmişti. Hatta tencere bile bir taneydi. O da ortaca bir şeydi. Yol için alınan erzak daha trende iken tükenmişti. Babam iki-üç erkekle birlikte Ptahovka köyüne erzak aramaya gitti.

      Küçük kardeşimin vaziyeti ağırlaşmaya başladı. Annem sabah akşam kardeşimle perişan. Doktor yok. Yabancı ülke. Nihayet babam üçüncü gün Ptahovka’dan bir doktor bulup getirdi. İlâç verdi. Fakat faydası olmadı. Sonunda kardeşim altıncı günün gecesi vefat etti. Bütün köy ahalisi toplandı. Ertesi sabah defnedildi. Ona bir avuç vatan toprağı bile kısmet olmadı. Böylece birinci mezar ortaya çıktı. Buraya muhacirler mezarlığı denildi. Muhacirler mezarlığına ilk önce küçük kardeşim Abdülaziz defnedildi. Bu bizim için çok ağır bir gün oldu. Ne mezar kazacak kimse, ne de yıkayacak kimse vardı. Kardeşimin mezarını Hoşvakt ağabey kendisi kazıp elleriyle defnetti. Bizim muhacir şehrindeki ağır hayatımız böylece başladı.

      Aradan altı ay kadar geçince, Hoşvakt ağabeyin yaşlı karısı Sevri teyzeyi de kardeşimin yanına koydular. O günden sonra Hoşvakt ağabey mezarlıktan çıkmaz oldu.

      Bizimle gidenler arasında Emirsaidovlar ailesi de vardı. (Onlar bugün de var.) Onlardan Emrullahan ile Hamidhan ağabeyler üç-dört dil bilen okumuş kimselerdi. Kısa zaman içinde harekete geçerek mektep açtılar, kendileri de bu mektepte öğretmen olarak çalıştılar. Emrullahan ağabey Alman, Fransız ve Rus dili dersleri, Hamidhan ağabey ise (bugün seksen beş yaşında) ana dili ve edebiyat dersleri vermeye başladılar. Kulak sayılarak sürgün edilen üç bin hane güney Ukrayna bölgesinde pamuk tarımına seferber edildiler.

      Bizim sürgün yaşadığımız yerde yazlar serin, kış mevsimi ise şiddetli olurmuş. Kar fırtınası, rüzgârlar. Orta Asya şartlarında yaşayıp da ince giyinmeye alışmış olan halkın arasında, şiddetli soğuk sebebiyle yüz felci geçirenler, elleri ayakları donanlar çoktu. Yakacak bulmak zor, evi ısıtmak işkence. (Sobalarda ekin sapları veya dikenli otlar yakılır, onlar da devamlı yakılmazsa hemen soğurdu.) Bu sıkıntılı yıllarda hastalıklar, bilhassa akciğer iltihaplanmaları artarak birçoklarını alıp götürdü. Muhacirler mezarlığındaki kabirlerin sayısı gittikçe çoğalıyordu.

      1933 yılı baharı ağır geldi. Açlık başladı, perişan vaziyetteki halk, baharda açlıktan kırılmaya başladı.

      Babam bu sebeple tavlada çalışmaya başladı. Orada atlara bakmak için verilen kepekle bir hâl çaresi bulup ölmeden yaza çıkabildik. Fakat bilhassa Kazak ve Türkmenler için çok zor oldu. Onlarda ne bir eşya, ne altın, ne gümüş vardı. Yabanî otları kaynatıp yiyince şişerek birden kırılmaya başladılar. Köyün nüfüsu iyice azaldı. Günde on kadar cenaze kaldırılıyordu. Bu ağır günlerden birinde bize yol arkadaşı olan Hoşvakt ağabey de tifo hastalığından vefat etti. Babam onu defnetti, bütün merasimleri yerine getirdiler.

      Açlık, pahalılık, yavaş yavaş kıtlık hâlini aldı. Para ile de bir şey bulmak güçleşti. Bu sıralarda Torgsin mağazası açıldı. Orada altın ve gümüş karşılığında şeker ve un veriliyordu. Annemin gelin olurken aldığı küpe ile yüzüğü, o günlerde canımızı kurtardı. Onları Torgsin’e vererek un ve şeker aldılar. Bu da ne kadar yetebilirdi ki! Annemin çehizi de böylece bitti.

      Bizim yanımızda babamın Artıkov Koşak ağabey adlı yakın bir arkadaşı vardı. Onun da hanımı, üç oğlu ve bir kızı vardı. O zor günlerde önce hanımı, sonra kızı vefat etti. Koşak ağabey üç oğlu ile kalakaldı. Bunlar Artıkov Abdurrahman, (hâlen Taşkent Devlet Politeknik Enstitüsü’nün profesörü, felsefe ilimleri doktoru), Artıkov Abdürrahim (Tarım Enstitüsü doçenti, iktisadî bilimler asistanı) ve Artıkov Abdullah idi.

      Koşak ağabey, çocuklarının açlıktan feryat etmelerine dayanamayarak arpa tarlasından çaldığı yarım kilo kadar arpayı getirirken bekçi yakalar. Yargılanıp on yıl hapis cezasına çarptırılır. Tam on yıla! Kendisi on yıl hapis cezasına değil, ama acaba bu açlığa dayanabilir mi, bundan sağ kurtulabilir mi, kurtulamaz mı, Tanrı bilir. Bundan başka, açlıktan şişme derecesine gelen bu üç çocuk, babalarından sonra sokakta kaldılar. Babam Özbekler arasında Rusça konuşma ve yazma bilen birisi olduğu için muhtelif yerlere yazılar yazdı, Koşak ağabeyin cezasını affettiler.

      (Bir ailenin başından geçen bu müthiş hadiseleri hapishanede düşünürken bunca aşağılanmalara, bunca açlıklara maruz kalan bu nesil, ileri yaşlarında hayattan hiç memnun olur mu? Açlık sebebiyle vakitsiz ölen anneler babalar, henüz bebekken dünyaya gözlerini yuman ciğerparelerinin elemini unuturlar mı, diye düşünüyordum.)

      Karım, 1935-1936 yıllarında doyunca ekmek yenilebilen zaman oldu, diyerek hikâyesini devam ettirdi.

      Kıtlıkların geride kalıp da ağzımızın yemek gördüğü sevinçli günler de uzun sürmedi. 1937 yılında korkunç söylentiler yayılmaya başladı. Bu korkunç dedikodular, kısa zamanda gerçeğe dönüştü; kulak sayılanlar arasından şimdi de halk düşmanı aranmaya başlandı. Kulaklar ailesindeki bilgili, marifetli kişiler, bizim iyi öğretmenlerimizden olan Emrullahan ağabey ile onun küçük kardeşi Hamidhan ağabeyi halk düşmanı olarak bir gecede alıp götürdüler. Nereye, niçin götürüldüklerine dair hiçbir haber alınamadı. Emrullahan ağabeyin küçük yaşlarda beş çocuğu vardı. Karısı yarı canlı, iş göremez vaziyette. Yetmiş yaşındaki annesi vefat etti.

      Babam da her zaman korku içinde yaşıyordu. Geceleri siyah bir araba köyde ortaya çıkıyor ve yine birini alıp gidiyordu. Tutuklamalar 1940’lı yıllara kadar devam etti.

      1941 yılında başlayan savaş, bilhassa bizim için çok ağır oldu. Savaşın başlamasıyla birlikte kulak sayılan bütün erkekleri, bu arada babamı da Akmolinskteki işçi taburuna götürdüler. Bu sırada ağabeyimle ben Taşkent’eydik. Ukrayna’da doğan kızkardeşim, annemle beraber