Yusufoğlu Şükrullah

Kefensiz Gömülenler


Скачать книгу

yatan diğer mahkûmlar da hiçbir şey söyleyemiyoruz. Bu dergâhta her şey sır. Dünyada neler oluyor, hiç kimse hiçbir şey bilmiyor. Ne radyo, ne gazete!.. Yan koğuşta kim var, kim mahkûm, onu da bilmiyorsun. Fakat bütün mahkûmlar bir tek şeyi biliyorlardı: Kendisinin suçsuz olduğunu. Benimle aynı koğuşta kalanların hiçbiri, hakikaten bilip bilmeden şu suçu işledim, ben de suç işledim, deyip pişmanlığını dile getirmiyordu. Buna rağmen herkes kendi bildiğini, kendi duyduğunu söylüyordu.

      – Buraya hapsedilenlerden hiç sağ çıkan oldu mu?

      – Düşmanlar da var mı?

      – Sen düşman mısın? Düşman olarak ne yaptın?

      – Buraya bir getirdiler mi, suçunun olması şart değil. Kurşuna dizmeyip yirmi beş yıl vermeseler bile en azından beş-on yıl yatırmadan çıkarmazlar. Meselâ ben, on yıl çalışma kampında, beş yıl da sürgünde bulundum, niye, düşman mıydım? Asla! Buranın kuralı bu, bir defa getirdiler mi, artık tamamdır.

      Masumiyetimden emin olarak eğer dünyada adalet varsa mutlaka çıkar giderim ümidiyle yaşadığım için bu sözleri duymak, beni dehşete düşürüyordu. Fakat on yıllarca kamp kamp, hapishane hapishane, sürgünlerde ömür tüketen bu adamın sözü ne kadar korkunç olursa olsun, hakikate yakındı. Haksız yere hapsedilen binlerce insanla yıllarca beraber yaşadığı için onların sonunun ne olduğunu ve kime hangi suçtan dolayı ne kadar ceza verileceğini de öğrenmişti. Fakat buna rağmen herkes kendi bildiklerini, kendi duyduklarını ümitle dile getiriyordu.

      Birisi, normal mahkeme yerine “Osoboe sovetşanie” (= Gizli duruşma) olması daha iyidir, çünkü gizli duruşmada on yıldan fazla ceza verilmiyor, diyordu. Normal mahkemenin ise beş yıl vermesi de, yirmi beş yıl vermesi de, hatta kurşuna mahkûm etmesi bile mümkündür; herhâlde ne olursa olsun gizli duruşma işini doğru yapar, demesine mukabil başka birisi de normal mahkemenin yirmi beş yılı, gizli duruşmanın değil on yılından, hatta beş yılından bile daha iyidir. Çünkü normal mahkemenin tayin ettiği ceza müddeti bitince çıkıp gidersin; fakat gizli duruşma tarafından mahkûm edilecek olursan, ömrünün hapishanede geçmesi işten bile değildir. Cezan sona erse dahi bir sebeple dava dosyanı tekrar değerlendirip yeniden mahkûm ediverirler, diyordu.

      Böyle sözleri ben ilk defa duyuyorum. Kendi kendime, nihayet kanun, adalet adına haklıyı haklı, haksızı da haksız olarak değerlendirecek kimse yok mu, diyesim geliyordu. Fakat bazılarının bunu da hükûmetin siyasetinden memnun olmamak şeklinde değerlendirip suçlamasından çekinip sesimi çıkaramıyordum. Hemen hemen her gün bu konu. Hapiste yatanların bundan başka ne derdi olabilir ki?!

      Hepsi korkunç sözler.

      Ya bana da yirmi beş yıl verirlerse!.. Beni bir korku sarmıştı.

      Fakat Rayim ağabey böyle sözleri duyduğu hâlde bütün vücudu uyuşup hissetme kabiliyetini kaybettiği için midir nedir, hapis, sürgün ona göre sıradan bir şeymiş gibi benim durumuma da aldırmadan, “buraya bir düştün mü, on yıl, on beş yıl ceza almadan çıkıp gitmek olmaz” deyip, sözünün doğruluğuna inandırmak için deliller göstererek konuşmasına devam etti. Benden: – Tâcihan Şâdiyeva adlı hanımı duydunuz mu, diye sordu. Ben, şahsen tanımasam bile 1937’lerde o hanımın halk düşmanı olarak tutuklandığından haberim vardı. Fakat halk düşmanı olan birini tanıdığını söylemek tehlikeli sayıldığı için evet veya hayır cevabını vermeden konuşmanıza devam edin dercesine sadece bakmakla yetindim.

      – İşte bu hanım şimdi Kolima’da. On yıllık cezasını tamamladı. Hapisten çıktı. İstediğin yere gidebilirsin, dediler. Ben Taşkent’e sevinerek döndüm, fakat o dönmek istemedi, orada nehir limanında işe girdi, kaldı. Niye? Doğduğu yurdunu özlemediği için mi, yoksa ülkesinden artık vaz geçtiği için mi? Kim doğduğu yurdunu özlemez, kim ondan vaz geçer! Tâcihan, belânın ne olduğunu bilen bir kadındı. Değil kendisi dönmek, hatta bana bile Taşkent’e dönmemeyi tavsiye etmişti. O hükûmetin yüksek idarelerinde çalışmış, siyasetini iyi bilen bir kadındı. Abdürayim, eğer Taşkent’e dönmeyi arzu ediyorsan, şunu bil ki, artık alıştığın buradan da ayrı kalacaksın. Bir defa halk düşmanı damgasını yedin mi, artık nafile, seni bir daha rahat bırakmazlar. Bir bahane bulup yine hapsederler veya başka yerlere sürgün ederler, demişti. İşte, dediği oldu. Ben onun bu sözlerine aldırmayarak çoluk çocuğu bir görebilsem, başka arzum yok, bu kadın peygamber mi, deyip şüphe ile bakıyordum. Meğer o belâyı iyi tanıyormuş. Yine ne dedi, dersiniz: – Ben bunları kendim uydurmuyorum, tarihten ders alarak konuşuyorum. Yirmili yılların başlarında birçok aydın ve devlet adamı halk düşman sayılarak ölüme, bazıları sürgün ve hapislere mahkûm edilmedi mi? Peki, ne oldu? 1930’lu yıllara gelince, sürgün edilenler tekrar hapsedildiler, hapishanelerdekiler ise kurşuna dizildiler. 1930’ların başında hapsedilenler, hapishaneden hiç çıkarılmayıp 1937 yılında tekrar düşman sayılarak kurşuna dizildiler. Seninle bizim kaderimiz de öyle. Adımız halk düşmanı olarak bir defa karalandı, artık hükûmet bize inanmaz. Bundan sonra kurşuna dizmeseler bile her yerden kovarlar! Tâcihan bu sözleriyle meğer keramet göstermiş, doğru çıktı. İşte, hapis cezasını da, sürgün cezasını da tamamladım. Hiçbir suçum yok. Niçin hapsettiler? Taşkent’e gelip gördüğüm rahatlık birkaç ay bile değil; birkaç gün boyunca çoluk çocuğumun yanında bulunup sadece yüzlerini görebildim. Henüz doyamadan işte yine hapsettiler. Âkıbetim şimdi ne olacak?

      Konuşmasına devam edemedi, hüngür hüngür ağladı. Zavallının sinirleri iflâs etmişti.

      Bende, onun bu hâlini görüp de anlattıklarını dinledikten sonra, bana ne kadar hapis cezası vereceklerini düşünmekten çok bu adaletsizliklere karşı tarifsiz bir nefret ve kadere boyun eğercesine tarifsiz bir cesaret duygusu belirmeye başladı. Onun bu anlattıklarını dinleyen mahkûmlar, gerçi kendilerinin mutlak sûrette masum olduklarına inansalar bile aylarca, hatta yıllarca devam eden sorgulamalardan ve zorla kabul ettirilen suçlamalardan sonra buradan yarın, öbürgün değil ama Tanrı’nın merhametiyle az bir ceza alarak beş yıl, on yıl sonra olsa da bir gün kurtulup aileleriyle ölmeden tekrar görüşebilmeyi hayal ediyorlardı. Kadere razı olmuşlardı.

      Fakat ben bu durumu kabul etmiyor, buna bir türlü alışamıyordum. Sorgu görevlileri ne kadar zorlarsa zorlasınlar, asılsız suçları benim üzerime yıkamazlar; on yıl, yirmi beş yıl şöyle dursun, hatta hapishanede bir gün bile yatmam mümkün değil, benim suçum yok, yarın öbür gün beni çağırıp, sen serbestsin demeleri gerek, diye düşünüyordum. Benim suçum ne? Sen dindarsın, propaganda yaparak dini yaymaya çalışıyorsun deyip tutuklamış olsalar, ben Börihov gibi dinî mektep muallimi de değilim ki! Veya koluna iğne ile “SS” yazılmış olan Alman askeri Loran da değilim! Kaldı ki, faşist Almanlara karşı zafer kazanılınca sevinç göz yaşları dökerek zafer için hamd ü senâlar yazan şairlerden biri de bendim! Maalesef şimdi ben, kendisinden nefret edip öz kardeşlerimin katili olarak gördüğüm bir faşist askeri ile eşit sayılarak aynı kaptan yemek yemeye ve aynı koğuşta yaşamaya lâyık görülüyorum. Yoksa suçum bu kadar ağır mı?! Yoksa bu kadar büyük bir düşmanlıkta mı bulundum?!

      Bazen bu düşüncelerle feryat ederek sadece hapishane kapılarını vurup parçalamak değil, hatta ölüme bile razı oluyordum. Hatta bazen çektiğim acılardan gözyaşlarımın süzüldüğünü bile hissetmiyordum.

      O zaman Loran:

      – Ben faşist Almanyasından esir düşmüş bir SS askeriyim. Esir düşmekten başka bir suçum ve herhangi bir zararım bulunmadığı hâlde bir Alman askeri olarak suçlu sayıldığım için hiçbir şey diyemiyorum. Fakat başka bir ülkenin casusu olmadığın hâlde, bir Sovyet şairi olarak Sovyetlere karşı yazılmış eserin de bulunmadığı hâlde niye seni bir düşman olarak hapsettiler? Ayrıca sen gençsin, endişe etme, seni çıkarıp