Yusufoğlu Şükrullah

Kefensiz Gömülenler


Скачать книгу

evimizdeki kitaplar, bilhassa Kur’ân’ı oradan alıp buraya, kimsenin gözünün ilişmeyeceği bir yere gizlemekti. Çünkü o sırada biraz malûmat sahibi olanlar, hatta camiye gidenler bile kulak sayılmaktaydı. Evimizde Nevâî’den, Bîdil44’den Sofi Allahyar45’ın divanlarına kadar, Emir Ömerhan46 devrindeki “Mecmuatü’ş-Şuarâ”ya kadar hepsi vardı. Bir gün Mamanbey’in gözüne ilişip de başımıza belâ olmaması için bu kitapların hepsini avlunun bir köşesine çukur kazıp gömdüğümüzü hâlâ hatırlarım. 1960 yılında, gömdüğümüz yeri ümitle kazdım, toprağın içinde kitap yerine avuç avuç kepekle karşılaşınca ağladım.

      O yıllar, öyle bir devirdi ki, bütün hukuk, Mamanbey gibi kitaptan habersiz okuma yazma bilmeyen cahillerin eline bırakılmıştı. Hatta o yıllarda, “aşağıdan yukarıya çıkarıp yükseltme” siyaseti uygulanmak suretiyle basit işçiler, bekçiler, idarî işlerin başına getirilmişlerdi. Hatta mektebin gece bekçisi Kâsım ağabey denilen okuması yazması olmayan bir adam, 1920’lerin sonlarında, benim de okuduğum “Şeyh Sâdî” mektebine müdür tayin edilmiş, birçok dil ve ilimleri bilen Cemil Efendi, Yahya Efendi gibileri ise sürgüne gönderilmiş, bazılarını da tutuklamışlardı. Mamanbey gibilerinin dediklerinin kanun sayıldığı zamanlardı.

      İlim irfan sahipleri hakarete uğrarken ömrünü kahvehane köşelerinde geçiren, mektepten, terbiyeden habersiz, hatta imza atmasını dahi bilmeyen adamlar izzet ikram görürse, aklı başında olanlar bu nasıl siyaset diye sormazlar mı?

      Sorgu memurunun bana, Sovyet düzeninden duyduğun memnuniyetsizlikten ve düşmanlık faaliyetinden bahset, demesi üzerine ilk gençlik yıllarımdan beri şahit olduğum ve hepsi de birbirinden çirkin yukarıdaki gibi adaletsizce olaylar gözümün önünden geçmeye başladı. Yoksa bu haksızlıklar insanda memnuniyetsizlik uyandırır mı, uyandırmaz mı? Babam asalak, hırsız veya tüccar değildi. Kaldı ki, tüccarlık da suç değildi, nihayet o da bir işti. Halkın çocuklarını salgın hastalıktan korumak için aşı yaparak kazandığı helâl para ile iki katlı bir ev yaptırdı. Peki, şimdi onun yaptırdığı bu eve yabancı bir adamın bedavadan yerleşmesi mi gerek? Bu zorbalık deği mi? Böyle bir adaletsizliğe kim rıza gösterir? Böyle adaletsizliklerden nefret etmek, ne çare ki Sovyet düzeninden memnuniyetsizlik sayılmakta ve suç olarak değerlendirilmekte!

      Dün sorgu memuru, babamın mesleğini hekim yerine, kendince her nasılsa düşünüp “damle”, yani dinî mektep muallimi yazdı. Bu bir yalan!

      Kaldı ki, babam hekim yerine dinî mektep muallimi olsaydı, ne olurdu? Onun kime ne zararı var? Dindar adam fena, dinden dönen ise iyi, böylesi hükûmete sadık olunur mu? Ayrıca imansızlığa nazaran bir şeye inanmak, iman edip yaşamak daha makbul değil mi?! Lev Tolstoy Tanrı’ya inanan, dindar birisi; ona zararlı adam denilebilir mi? Kaldı ki, dindarların Sovyet insanını bozduğunu kabul edecek olsak bile, insanlar da bazılarının düşündüğü gibi hemen her şeye inanıverecek derecede saf olmasalar gerek! İnsanlar, bu altın değil, meğer demirmiş diyerek inancından hemen vaz geçmez. Bana göre itikatla değil, itikadını kaybeden, nefsi için, menfaati için her yola girenlerle mücadele etmek daha makbul sayılmaz mı, deyip kendi kendime düşünüyordum.

      Hapishanenin bir hücresinde kendi kendimle savaşırken aklıma gelen bu fikirleri sorgu memuruna söylemek doğru olur muydu? Beni dindar olmakla itham etmez miydi?

      Sadece 1920-1937 yıllarında değil, yakın zamanlarda da dinî inancı için, eski kafalı sayıldıkları için feodalizm artığı olmakla suçlanarak binlerce değil, milyonlarca insanın tutuklanıp sürgün edildiklerini herkes biliyor. Bu insanlar, hükûmetin siyasetinden hoşnut mu? İnancı için insanı düşman saymak olur mu?

      Kendi doğduğu topraklarından kulak sayılarak mahrum edilen ve Sibirya’ya, Ukrayna’ya sürülen zavallılar, bu adaletsizlikten şikâyet etmiyorlar mı? Dilleriyle açıkça ifade etmeseler bile onların bu siyasetten, bu hayattan hoşnut oldukları söylenebilir mi? Kendi gayreti ve emeği ile zengin olmak suç mu? Eğer kendi emeğiyle zengin olacak olursa, hiç düşman sayılabilir mi?

      Hakikati söylememek ihanettir. Fakat ya söylenecek olursa!.. Hayal seni bin yere sürüklüyor. Bazen ne kadar tahammüllü ve mert olsan bile adaletsizlik elemi, geride gözü yaşlı kalan çocukların, ailen gözünün önünden geçer, bu aşağılanma sebebiyle gözlerine yaş dolar. Hapishanede biricik yoldaşın hayaldir, sadece hayal!..

      İnsanın böyle birbirinin peşisıra gelen hayallerini, sadece gardiyanın kendini astı mı, yoksa duvarı delerek kaçmayı mı plânlıyor, diyerek ara sıra demir kapının üzerindeki düğme kadar delikten fırlattığı bakışları bozar, böylece mahkûma daima hapishanede bulunduğunu hatırlatır. Gardiyan benim ne ile meşgul olduğumu biraz gözetledikten sonra kapının küçük deliğini açıp adımı soyadımı sorup eşyalarımla çıkmak üzere hazırlanmam gerektiğini bildirdi.

      Hayırdır inşallah, beni eşyalarımla birlikte nereye götürmek istiyorlar! Evimden alıp getirirlerken bazı şeyler sorulacak, eğer suçun yoksa yarın, öbürgün serbest bırakabilirler, biz bir şey diyemeyiz, demişlerdi. Yoksa, dedikleri gibi eve mi gönderecekler?! Ey, Tanrım!

      Fakat sorgu memurunun, buraya suçu olmayan insanlar gelmez, sözünü hatırlayınca bütün ümitlerim söndü. Öyleyse şimdi beni nereye götürecekler? Evden getirdiğim yorganımı yastığımı ve diğer eşyalarımı toplarken birdenbire içim dolarak gözlerimden yaş boşandı: Zavallı karımın altı yaşından beri tıpkı benim gibi yatak yorgan taşıdığı gözümün önüne geliverdi. Kaderimizin zavallılığına ağladım. Onun tren tren, nehir nehir gezip sürgünde karşılaştığı sıkıntıları, talihsizlikleri aklıma geldi ve kendime değil, zavallı masum karımın kaderine ağladım. Gözümün önünden onun talihsizliklerle dolu geçmişi değil, facialarla dolu bugünü ve geleceği geçmeye başladı. Maalesef geleceği de, geçmişi gibi kara olacak!

      Karımla evlenmeden önce tanışıp da güzel bir düğün dernek, çoluk çocuk, analık-babalık söz konusu olunca, gözlerinde acıklı yaşlarla nice yıldan beri anne ve babasının sağ mı, ölü mü olduklarına dair bir haber alamamış olmasını, altı yaşından beri uğradığı haksızlıkları, garipliklerini, müthiş sıkıntılarını anlatırken, onu dinleyen insaf sahibi birisi hiç bu hayattan memnun olur mu? Devamlı oradan oraya göçmek mecburiyeti… Gariplik… Yeni mezar…

      KARIMIN HİKÂYESİ

      1931 yılı, yaz mevsimi. Ben altı yaşımda bir kızcağızdım. Bizi kulak saydılar. Aramalardan sonra ev-bark, mal-mülk, ne varsa müsadere edip babamları bir yerlere götürdüler.

      Aradan yirmi gün kadar geçince, erkeklerin Ukrayna’ya gönderileceklerini, kadınların ise eğer kocalarıyla birlikte gitmeyip de çocuklarıyla kalmak isterlerse, kalabileceklerini ilân ettiler. O zaman halkın arasından imdat sesleri, feryatlar yükseldi. Annem, ben çocuklarımı babaları sağken yetim bırakmam, kocamı nereye gönderirseniz ben de çocuklarımla birlikte giderim, ne kadar azap ve işkence dolu olursa olsun, beraber katlanırım, diyerek yalvardılar. Bazı aileler parçalandı.

      Bizi niye kulak saydılar, hepimiz hayretler içersindeydik. Birazcık toprak, bir sığır, bir at, bizimle beraber yaşayan yanaşmamız Hoşvakt ağabey ve onun yaşlı karısından başka hiçbir şeyimiz yoktu.

      Bizim gidişimizden önce annem Hoşvakt ağabeye, bizim evde kalın, müsadere edilen mallarımızı ihtimâl size verirler, dediği zaman Hoşvakt ağabey, ben sizden hiçbir kötülük görmedim, sadece çapamı alır sizler nereye giderseniz, ben de beraber giderim, cevabını verdi. Böylece bizimle beraber Hoşvakt ağabey ile yaşlı karısı da kulak sayıldılar. Beraber gittik.

      Ağustos.