Yusufoğlu Şükrullah

Kefensiz Gömülenler


Скачать книгу

karşı karşıya mı kalacaktı? Bu korkunç düşüncelerimi, hapishane gardiyanının, “eşyalarını sırtlan, haydi çık”, buyruğu bozdu.

      Sorgu memurunun, sen hayatımızdan şikâyet ediyorsun, kaygı dolu şiirler benim hoşuma gidiyor diyorsun, şeklindeki suçlamalarına cevap olarak bu sözlerimin doğru mu, yoksa bir iftira mı olduğunu benden değil, yirmili yılların sonlarında suçsuz yere kulak sayılarak kendi yurtlarından ayrılan ve hazan yaprağı gibi savrularak 1932-1933 yıllarında açlıktan sokaklarda şişip ölenlerden sorun! Hayır, sadece bunlardan değil, 1937 yılında katledilen milyonların feryat eden ruhlarından, yetim kalan çocuklarından sorun, onlar acaba memnun mu, diyesim geliyordu. Fakat bunları söylemek mümkün müydü?

      Eğer bu sözlerime inanmıyorsanız, böylesi işkence ve haksızlıklara bizzat maruz kalan karımdan sorun, diyecek olsam, o gün karımı da halk düşmanı olarak yanıma getirecekleri muhakkaktı.

      Buna benzer sözleri söylemek demek, sorgu memurunun aklından geçeni yapmak olurdu. O güne kadar iddia ettiğimiz bütün suçları kendisi itiraf etti, diyerek sorgulamayı bitiriverir. Mahkemeye gönderir. O da bu sorgulamayı vaktinden önce tamamlamak maharetini gösterdiği için daha yüksek bir dereceye terfi eder.

      Eşyamı sırtlanarak hapishane avlusunda bekleyen “Çernıy voron” (= Karakarga) arabasına bindim. Şimdi nereye götürecekler? Araba, daha ben ne olduğunu anlayamadan iki-üç dakikalık bir yol almıştı ki, durdu; yine meçhûl bir demir nizamiye kapısının gürültü ile açılıp kapanan sesi duyuldu.

      Eşyam sırtımda, arabadan indim. Silâhlı nöbetçinin ellerini arkaya uzat, dur, etrafa bakma, bu tarafa yürü, emirleri altında zindana düştüm. Bu zindan, iki tarafı demir kapılardan ibaret çok uzun bir hapishaneydi. Beni bir koğuşa attılar.

      Tövbe, insan tabiatı o kadar tuhaf ki, koğuşa girip de orada bulunan birkaç mahkûma gözüm ilişince, hapishane sıkıntılarını bir an unutarak içimde birden mânasını anlayamadığım bir ışık peyda oldu. Bunun sebebi, acaba tek kişilik hücreden çıkıp da başka insanlar görmek miydi, yoksa karanlık dar bir hücreden sonra daha geniş bir koğuşa geçmiş olmak mıydı, bilmiyorum. O sırada aklıma dışarıdayken duyduğum gülünç bir rivayet geldi:

      RİVAYET

      Ailesi kalabalık, çoluk çocuğu çok olan fukara, biçare bir çiftçi, evinin darlığından daima şikâyet edermiş. Onun feryadını duyanlardan biri, evim genişlesin diyorsan, çaresi kolay: Bu akşam çoluk çocuğunla yattığın odanın bir kenarına sığırını ve buzağını bağlayıp Tanrı’ya yalvaracaksın. Sabah bakacaksın ki, geniş bir evin sahibi olmuşsun, der. Çiftçi söyleneni yapar, fakat hiçbir şey fark etmez.

      Çiftçinin evini genişletmek isteyen adam bunu işitince, şimdi sığırının yanına keçi ile koyununu da bağlayıp Tanrı’ya yalvaracaksın, işte o zaman muradına ereceksin, der. Çiftçi bunu da yapar. Fakat yine hiçbir şey fark etmez.

      Çiftçiye vaatte bulunan adam bunu duyunca, şimdi avludaki tavukları da evinin bir köşesine alarak yat, der. Çiftçi, ümitle sığır, buzağı, koyun ve keçinin üstüne tavukları da alarak sabah ezanına kadar bu yer sıkıntısından ne zaman kurtulacağım, diye feryat eder. Fakat sabah olur, gün aydınlanır, yine hiçbir değişiklik olmaz.

      Bundan öfkeye kapılan zavallı çiftçi, kendisine akıl veren adamı bularak olanları anlatır. Adam:

      – Şimdi bugünden başlayarak birer birer sığır ile buzağıyı, ertesi gün keçi ile koyunu, nihayet tavukları da çıkarıp Tanrı’ya yalvaracaksın. Ondan sonra göreceksin ki, eski dar evinin yerinde büyük bir saray peyda olmuş, der. Çiftçi, onun söylediklerini yaparak birinci gün sığır ile buzağıyı, ertesi gün koyun ile keçisini, ondan sonra da tavuklarını çıkarıp bir bakar ki, evinde on kişinin yaşayabileceği bir yer kalmış. Bunu gören çiftçi, hayvanlarla yatmaktan kurtulduğuna şükretmiş, başka ev gerekmez, bu ev de yeter, artık şikâyet etmiyorum demiş.

      Tıpkı bunun gibi ben de eni bir gez47lik tek kişilik hücreden kurtulup da birkaç kişinin kaldığı hücreye girince, burası benim gözüme geniş bir avlu gibi göründü.

      Koğuştaki mahkûmlardan birisi 70-80 yaşlarında uzun sakallı Yahudi bir din adamı, diğeri 1937 yılında halk düşmanı olarak on yıllık hapis ve beş yıllık sürgün cezasını Kolima’da çekip dönen ve sonra yeniden tutuklanan 40-50 yaşlarındaki Raim adlı eski bir parti görevlisiymiş. Bunların kimler olduklarını öğrenince, önce ben kendimi tamamen masum, onları ise düşman sayıp güvenmeyerek uzak durmaya başladım. Çünkü her kim halk düşmanı olarak tutuklanacak olursa, onu hiç soruşturmadan düşman saymak, bizim kanımıza işlemişti. Fakat sohbet sırasında onlar kendilerini Sovyet devletine düşman saymıyorlardı. Benim gibi onlar da kendilerini tamamen masum görüyorlardı.

      Onların benim kim olduğuma ve ne zaman hapse atıldığıma dair sorularına cevap vermeme fırsat kalmadan kapı açılarak son derecede uzun boylu bir mahkûm içeri girdi. Bu, savaş sırasında Hitler ordusuna esir düşen Loran adlı bir Sovyet Almanıydı. İçeri giren Loran, demir somyasına oturdu ve hiç konuşmadan telâşla cebinden çıkardığı birkaç kesme şekeri alüminyum maşrapasında eriterek kuruyup taş hâline gelmiş ekmekle yemeye başladı. Öğrendiğimize göre, suçlarını itiraf etmediği için hücreye atılmış, haftalarca uyuyamamış, aç kalmış, şimdi de çıkıp buraya gelmiş. Biraz yedikten sonra, bir aydan fazla bir zamandan beri açlık ve susuzluğa dayanıp, kuru bir tahta üstünde yattığı için şikâyet etmek yerine biraz uyudu. Kendine geldikten sonra memnun bir ifadeyle anlatmaya başladı. Anlattığına göre, yirmi gün boyunca hiç uyutmamışlar. İki görevli, akşam başladıkları sorgulamayı hiç ara vermeden sabaha kadar sırayla devam ettirmişler. Gün doğumundan önce, uyanma vaktine yarım saat kala cevap vermiş, gözünü biraz kırpmasına fırsat bulamadan yine gün boyunca uyumadan oturmaya mecbur etmişler. Akşam uyku saatinde başını yastığa koyup da uyumaya başlamasıyla birlikte sinirlerine işkence etmek maksadıyla tekrar sorguya götürmüşler. Bu durum, haftalarca, aylarca devam etmiş. Loran bir şey söylemek istemişti. O sırada hapishane çevresinde mütebessim tavrıyla tanınan, mahkûmları insan yerine koyan, evden gönderilen eşyayı sahiplerine dağıtan, belli miktardaki para ile sorgu memurunun izniyle tütün, ekmek, kolbasa48 alıp gelen Maşanov, kapıyı açıp ne istediğimizi sordu. Loran, ona bir kilo et satın almaya yetecek kadar parasının bulunduğunu söyleyerek çiğ et ısmarladı. Etrafındakilerin bunu tuhaf karşıladığını görünce:

      – Ben esaretten kurtulup döndükten sonra Çırçık şehrine gönderildim. Fabrikada işe girdim. Bir Rus kadınla evlendim. Kadının büyükçe bir evi varmış. Tavuk besledim, domuz baktım. Domuzu keserken kanını ziyan etmeyip içiyordum. Kan insanı güçlendirir. Bilhassa hapishane şartlarında çiğ et, pişmiş etten daha faydalıdır, dedi.

      Onun bu anlattıklarından içim ürperdi.

      Ben, Yahudi’ye kendisini daha önce nerede gördüğümü, nereli olduğunu ve kimleri tanıdığını sormak istedim, fakat cevap vermek istemedi. Burada tanıdığı kimselerin isimlerini söylemek de tehlikeliymiş. Çünkü ismi söylenen kişiyi de halk düşmanı ile alâkası olmakla suçlayıp tutuklamalarına imkân veriyorduk. Veya tam tersi, senin tanıdıklarından herhangi biri daha önce veya bu günlerde tutuklanmış ise, bunun da senin için bir suç teşkil edeceği tabiîdir. Bundan başka hapishanede mahkûmlar birbirlerine güvenmiyorlardı. Çünkü bilgi toplamak için tutuklular arasından seçilen satılık adamlar koğuşlara sokuluyordu.

      Kendimi tamamen suçsuz saydığım için bir Sovyet şairi olarak Alman askeriyle bir tutulup aynı hücreye konulmuş olmam, beni ümitsizliğe düşürüyor, moralimi