ediyorduk. Üstü tereyağlı sıcak gözlemenin lezzeti bile ağabeyimin ve benim asık suratımızı güldüremiyordu. Annem tatlı tatlı konuşarak havayı ısıtmaya çalışıyor, gitmemizin ne iyi olacağından, orada soba yakmak zorunda kalmayacağımızdan, ağabeyimle ayrı yataklarımızın olacağından, her gün yumuşacık beyaz ekmeklerden yiyeceğimizden bahsediyor, bahçemizdeki meyve ağaçlarına biz gelene kadar bir çocuğun bile çıkmasına izin vermeyeceğine dair sözler veriyordu.
Babam gidişimizle ilgili tek kelime etmemişti. Sadece bir gün gelip kaydımızı yaptırdığını söylemiş ve konuya son noktayı koymuştu. Zaten her zaman böyle olurdu. Biz ona hiçbir zaman itiraz edemedik. Etsek ne olurdu bilmiyorum. Ama kararlılığı, soğuk duruşu bunu engellemişti. Babamdan bir şey isteyeceğimizde anneme söyler, annemin punduna getirip bunu babama aktarmasını iki, üç gün beklerdik.
Kahvaltıyı hızlıca yaptıktan sonra babam “Dolmuşa geç kalmayalım, çıkalım artık.” diyerek bavulu yüklendi, bahçe kapısının orda annemle vedalaşmamızı bekledi.
Önce ağabeyim annemin elini öptü. Annem ona sarıldı. Her gece biz uyumadan önce yaptığı gibi salavat getirerek başını sıvazladı. Yanaklarından öptü. Sıra bana geldiğinde salavatla sıvazlanan başım onu bırakmak istemiyordu. Dün yaptığım gibi başımı göğsüne dayadım ve ağlamaya başladım. Annem bu vedanın uzayacağını ve bu yüzden ayrılmamın daha zor olacağını bildiğinden beni hafifçe itti, iki omzumdan tutarak “Melekler yoldaşın olsun. Size hep dua edeceğim.” dedi.
Babam önde, ağabeyim ve ben arkada yola koyulduk. Bizi ilçeye götürecek dolmuşun durağı yakın değildi. Babamın benim isteksizliğimi görmezden gelişi, kararlı duruşu sinirimi bozuyordu. Birden durdum:
– Ben okumak istemiyorum, dedim.
Babam arkasını dönerek isyanımdan biraz şaşkın:
– Okumayıp ne yapacaksın?
– Çırak olacağım, dedim. Sesimi biraz yükselterek:
– Berber Halil’in çırağı Hasan’ın cebine günde ne kadar bahşiş giriyor biliyor musun, diye ekledim. Babama ilk kez bu kadar diklenmiştim. Babam yaklaştı, yanağıma okkalı bir tokat savurarak:
– Okumayıp benim gibi inşaatlarda mı çürümek istiyorsun, diye bağırdı.
Sonra başka söze meydan vermeden yere bıraktığı bavulu eline alıp yola devam etti. Ben, tokatın şoku hala üzerimde, gözyaşlarımı sessizce akıtarak peşleri sıra devam ettim.
Durağa vardıktan on dakika sonra dolmuşun kalkma vakti geldi. Yarım saatlik yolculuğun ardından gara gelmiştik.
Babam iki bilet almıştı. Birimiz tahta bavulun üzerinde idare edecekti. Ağabeyimle sırayla koltukta oturuyorduk. Bavulun üzerine oturmaktan sırtı ağrıyan yerini diğerine veriyordu.
Uzun bir yolculuktan sonra yurda vardık. Yurt müdürü bizi sıcak karşıladı. Başımızı okşadı. Babamda şimdiye kadar hiç görmediğim endişeyi, yurt müdürüne bizi önce Allah’a, sonra ona emanet ettiğini söylerken hissettim.
Müdür bir görevliyle bizi odamıza gönderdi. Odalar altışar kişilikti. Şimdilik kimse yoktu. Hayatımda ilk kez ranza görmüştüm. İki ranza yan yana, hemen karşıda bir ranza daha ve dolaplar. Ve bunları çevreleyen “buz gibi” dört duvar…
Görevli yataklarımızı, dolaplarımızı belirledikten sonra gitti. Babam yerimizin çok rahat olduğunu, müdürün babacan bir insana benzediğini söyleyerek her şeyi daha sevimli göstermeye çalışıyordu.
Veda vakti geldiğinde önce ağabeyim babamın elini öptü. Babam da onun başını sıvazlayıp gözlerinden öptü. Sıra bana geldiğinde ben de aynı vedaya daha soğuk karşılık verdim. Böylece annemden sonra babamdan da ayrıldık.
Ağabeyimle yalnız kaldığımızda yatakların yumuşaklığını test ettik. Bilinçsizce pencereye yöneldiğimde odamızın girişe baktığını fark ettim. Bir süre sonra babamı merdivenlerden inerken gördüm. Odamızdan çıkana kadar dimdik duran babam, tırabzanlara tutuna tutuna inerken birden basamağa oturdu, kasketini eline aldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bize güç vermek için sert duran babamın yumuşacık kalbi, daha yurttan çıkamadan kendini bırakıvermişti.
FATİHA
Komşumuzun annesinin cenazesinde hoca duasını bitirip “Bütün ölmüşlerimiz için el-Fatiha.” deyince topluluktaki herkes sükûnete bürünmüşken iki yıl önce vefat eden Orhan Amca’nın çarptığı kapının sesi kafamda yankılandı.
Geceleri kardeşimle birlikte girdiğimiz odamızda kardeşim uyuduktan sonra usulca perdeyi aralar, zifiri karanlığa meraklı ve korkak gözlerimi dikerdim. Eğer uykuya yenilmezsem Orhan Amca’nın gecenin kör karanlığında sallana sallana penceremizin önünden geçişini beklerdim. O, evimize yaklaşınca perdeyi biraz daha kapatır, küçücük bir aralığa simsiyah gözümü dayar, sadece o koyu geceyle benim bildiğimiz bir günaha, ayıba, bir sırra şahit olmanın tedirginliğini yaşardım. Sonra Orhan Amca’nın, evinin kapısını gümbürtüyle kapatmasıyla film biter, ben de yatağıma dönerdim.
Yatağımda uyuyana kadar benimle yaşıt büyük oğlu Hasan’ı, küçük oğlu Hamza’yı düşünür, babalarının onlara neler yaptığını hayal ederdim. Seyrettiğim filmlerdeki alkolik babaların, çocuklarını nasıl hırpaladıklarını hatırladıkça arkadaşım Hasan için gözyaşı dökerdim.
Hasan babasıyla ilgili tek kelime konuşmazdı. Bazen sokakta oynarken Orhan Amca’nın, içmediği akşamlarda sessiz, sakin, her zamanki gülmeyen yüzüyle marangozhanedeki işinden gelişini görürdük. O zaman sekiz yaşındaki Hasan ve ondan üç yaş küçük kardeşi bile babalarının tek söz etmesine fırsat vermeden arkası sıra evlerine giderlerdi.
Kardeşim bir akşam yemeğinde büyük bir sırrı ifşa edercesine heyecanlı bir şekilde: “Biliyor musunuz Hasan’ın babası sarhoşmuş.” deyince dedem, kızdığı zaman daha da toklaşan sesinin o en sert tonuyla “Bir daha böyle konuştuğunuzu duymayacağım” demiş ve böylece evimizde hiç açılmamak üzere bu konu kapanmıştı.
Bundan sonrası benim için muammaydı. Sadece arada bir annemin mahalledeki kadınlarla sabah kahvesinde Orhan Amca’dan bahsettiklerini duyar ve onlara kulak kabartırdım. Eşini, çocuklarını sefalete sürüklediğinden, kazandığı iki kuruş rızkı heba ettiğinden, zavallı karısının evi geçindirebilmek için büyük bir gayretle dantel ördüğünden, aslında Orhan Amca’nın çok iyi bir insan olduğundan, şu meretten kurtulsa hayatlarının nasıl da düzeleceğinden bahseder dururlardı.
Gerçekten de Orhan Amca’nın yüzündeki hüzün, pişmanlık onun iyi bir insan olduğunu düşündürürdü. Bazı içen insanlar gibi içince dünyayı bir tarafa koyamıyordu. Sanki içtikçe içine daha çok kapanıyor, ayık olduğu günleri öncekilerin üzüntüsüyle geçiriyordu. Belki utandığından mahalleliye sokulamıyordu. Bazen dedem yolda rast gelince halini hatırını sorar; onun verdiği kısa, soğuk cevaplara kırılmadan yoluna devam ederdi. Dedem hacdan geldiğinde nerdeyse bütün mahallenin “hoş geldin”e gelmesine rağmen hemen yan tarafta oturan Hasanlardan ses çıkmamıştı.
Bir akşam üstü dedem balkonda çayını yudumlarken Orhan Amca’nın işinden döndüğünü gördük. Tam bizim evin önünden geçerken dedem “Uğurlar olsun Orhan Bey oğlum, bir zemzemimizi içmeye gelmeyecek misin?” dedi. Orhan Amca şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra önce itiraz edecek oldu sonra isteksizce bizim eve yöneldi. Zaten mahallede sadece dedem onunla konuşurdu. Dedem onu sıcak bir şekilde karşıladı, salonda