Saadet İlhan

Sarayda Düğün


Скачать книгу

olayın yankısı olan bu görüşmenin nasıl sonuçlanacağını merakla bekliyorlardı. Benimse kafamda tek bir düşünce vardı: “Bu kadar saygı duyulan, görmüş geçirmiş bir insan nasıl olmuştu da yememiş içmemiş, sabahın köründe torununun terbiyesizliğine gösterdiğim tepkinin hesabını sormaya gelmişti?”

      Yaşlı olduğu için kütüphaneye girerken ona yol verdim. Ardından meraklı gözleri dışarıda bırakarak kapıyı kapattım. Odanın her bir köşesini yerden tavana kadar inceledi. Kitaplara hızlıca göz attı. Elindeki bastonuyla duvarın yere yakın kısmına bir iki vurdu. Duvardaki boyaların döküldüğünü görünce:

      – Buraya sıva attırmak lazım. Müdür Bey’e hemen söyleyeyim, dedi.

      Karşımda sanki çocuğu hakkında konuşacak bir veli değil de müfettiş vardı. Neyi ima ediyordu? Okulun onun sayesinde bu kadar imkana kavuştuğunu mu? Tokat attığım çocuğun köyün ağasının torunu olduğunu mu? Daha konuşmaya başlamadan sinirlerim bozulmuştu. Ona hayatının dersini vermeye karar verdim. Çok zengin olmasına karşın öğretmenle nasıl konuşulacağını bile bilmeyen; milli, manevi değerlere duyarsız bir çocuk yetiştirdiklerini söyleyecektim. Bu tokadın geç kalmış bir tokat olduğunu yüzüne haykıracaktım.

      İnsan üzerinde garip bir ağırlığı vardı. Sadece yaşından değil duruşundan da o başlamadan söze giremiyordum. Asık suratımdan olsa gerek, teftişini daha fazla uzatmadan konuya girdi:

      – Sizinle tanışmadık. Belki duymuşsunuzdur. Ben doğma büyüme bu köylüyüm. Dedelerimin dedesi de buralı. Köyün büyük kısmı bize ait. Allah verdi. Biz de vatana, millete harcıyoruz. İstiyoruz ki gençler ilimle meşgul olsunlar. Ölünce defterimiz kapanmasın.

      İhtiyarların konuşmayı seven hali bu adamda da görülüyordu. Konuya girmesini sabırsızlıkla bekliyordum.

      – Oğlum, yani Hasan’ın babası uzak bir köyde imam. Hasan’ı bize emanet etti. Tahsiliyle ben meşgul oluyorum.

      Biraz durduktan sonra çabalarının karşılığını alamamış bir insanın hüznüyle:

      – Kulağıma geldi ki dün Hasan büyük bir saygısızlık yapmış. Onun adına sizden özür dilerim.

      İhtiyarın son cümlesi kulağıma girdikten sonra tepemdeki tavanın bir-iki kez döndüğünü hissettim. Herkesin, önünde el pençe divan durduğu koca İsmail Ağa, yirmi beş yaşındaki yeni yetme bir öğretmen özür diliyordu. Biraz önce onunla ilgili kafamda kurduğum düşünceler buhar olup gitmişti.

      – Estağfurullah, diyebildim sadece.

      Sonra toparlanmaya çalışarak devam ettim:

      – Gençliklerine vermek lazım. Havalar da gevşetiyor çocukları. O gün törende çok zorladılar bizi. Hasan’ın davranışı son damla oldu. Ben de daha yumuşak davranmak isterdim.

      Savunmaya hazır bir savaşçı gibi beklerken İsmail Ağa’nın sözleriyle dilimden bu cümleler döküldü.

      Belki ikimizin de sözleri daha bitmemişti ama derse giriş zilinin çalmasıyla İsmail Ağa izin istedi. Onu çıkışa kadar uğurladım. Bir eli bastonunda, diğer eli –sanki benden de destek almak istiyormuş gibi- koluma girmiş bir şekilde kütüphaneden çıktık. Bu samimi halimizi gören öğrencilerin şaşkın bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Çıkışta Müdür Bey’le karşılaştık. O da halimize şaşırmıştı. Ayrılırken, “En kısa zamanda ziyaretinize gelmek isterim.” dedim. Memnun olacağını söyledi.

      Ertesi gün okul bahçesine daha keyifli girerken arkadan bir öğrenci yetişti. Hasan’dı. Mahcup bir şekilde iki gün önceki olaydan dolayı özür diledi. Dün dedesinin bana yaptığı gibi ben de onun koluna girdim. Sohbet ede ede okula kadar beraber gittik.

(Avrasya Yazarlar Birliği/Edebiyat Akademisi/Hikaye Atölyesi)

      HOŞ GELDİN YUSUF

      Bizim oralara yaz geç gelir. Yurdun her köşesi ilkbahardan yaza geçişin o tatlı ılıklığını hissederken biz köyümüze baharın girmesini beklerdik. Haberlerde deniz sezonunu açan insanları gördükçe -hele de akşamları- sırtımızdaki yün hırkalara daha bir sokulurduk.

      Yine sırtımızda hırkalar sıcak tarhana çorbasına annemin kendi eliyle yaptığı tulum peynirini katık ediyorduk. Babam –benim hiç yakıştıramadığım- tarhana çorbası ve tulum peynirinin arkadaşlığına bayılırdı. Sırf ortada diye peynire yufkamı isteksiz isteksiz götürüyordum. Babam bu ikiliyi büyük bir iştahla yerken anneme:

      – Yarın eşeği hazırla, onunla gideceğim, dedi. Annem:

      – Niye? Hasan Emmi almayacak mı?

      – Sabaha Yusuf gelecekmiş. “Cumadan sonra gelirim.” dedi.

      O anda ağzımdaki tulum peyniri sanki bir cennet lokması olup boğazımdan kayıp gitti. Güneşin işte tam o sırada bizim yer soframıza en parlak ışıklarını saldığını hissettim. Benim için bahar gelmişti.

      Demek Yusuf gelmişti. Aylardır beklediğim, annesinin komşu kadınlara anlata anlata bitiremediği, -o anlattıkça- beni yeni hülyalara daldıran Yusuf gelmişti. Tarlayla ev arasında arşınladığım yolları gül bahçesine çevirecek Yusuf gelmişti.

      Daha önceki gecelerde olduğu gibi o gece de Yusuf’u düşündüm. Bu sefer “Acaba şimdi n’apıyordur?” diye düşünmedim. Kaldığı yer, arkadaşları hep gerilerde kaldığından oralara kafa yormadım artık. Şimdi köydeki Yusuf’la doluydum. Taa çocukluğu geldi hatırıma.

      On bir-on iki yaşlarındaydık. Çamura bata çıka sürdüğüm el arabasının ön tekeri artık daha fazla dayanamamış, koyu balçıktan kendini kurtaramamıştı. Soğuktan buz kesmiş ellerimin de el arabasını itip tekeri çamurdan kurtarmaya dermanı kalmamıştı. İmdadıma o yetişti. Bir şey demeden tekerin etrafındaki çamuru ayaklarıyla tepe tepe temizledi. Sonra kolları ve göğsüyle arabayı itekleyip öncekine göre daha düz ve daha az çamurlu bir tarafa çekti. Belli ki eve kadar götürecekti.

      – Sağ olasın. Bundan sonrasını hallederim, dedim.

      – Ben götürürüm.

      – Yok, zahmet etme. Zaten çok kalmadı. Zor kısmı bitti, dedim. Israr etmedi.

      Onun belki hatırında kırıntısının bile kalmadığı bu anıyı ben yıllarca kalbimde besleyip büyüttüm.

      Anasının, babasının, bütün köyün yardımına koşardı Yusuf. Babasının bir lafını iki etmezdi. Babası “tarlaya” derdi, tarlaya koşardı. “Camiye” derdi. Camiye Kur’an öğrenmeye giderdi. Köyün bütün çocukları kurstan kaytarmak için sebep ararken Yusuf her yaz hocanın dizinin dibine oturur, önce kendi okur sonra küçüklerin okumasına yardım ederdi. Yüzü gibi huyu da Yusuf Peygamber kadar güzeldi. Babası işten, güçten, yokluktan, hayattan şikayet edecek olsa “Sana Yusuf yeter.” derlerdi.

      Anası oğlu gibi huyu güzel, yüzü güzel bir gelin arıyordu. Komşu köylerden tavsiye edilen bir kız oldu mu sorup soruşturuyor, huyu suyu hakkında malumat alıyordu. Bazen komşu kadınlar takılırlardı:

      – Ne biliyorsun Emine Bacı? Bakalım Yusuf senin bulduğun kızı isteyecek mi? O artık şehir gördü, şehir insanlarını gördü, okumuş insanları gördü. Belki kendi bulduğu şehirli bir kızı takacak koluna.

      O zaman Emine Bacı mahzunlaşır:

      – N’apalım. Yusuf’um üzülmesin de kimi alırsa alsın, derdi.

      Yusuf’la ilgili bir umudum, bir hayalim yoktu. Ben ona denk değildim. O benim çocukluk aşkım, gençlik sevdam olarak kalacaktı. Hem Yusuf en iyilere layıktı. Kendi gibi faziletli, bilgili, kültürlü