Danikeyev Öskön

Kızın Sırrı


Скачать книгу

ağabeyi ile yengesi, maden işleten fabrikada çalışıyorlardı, durumları iyiydi. Bazen ben de oturup düşündüğümde çalışsam diyorum. Sadece dayımın eline bakıyoruz. Yengemin hali zaten ortada, bir de küçük çocukları vardı. Yok, böyle olmaz, çalışmam lazım. Aldığım para az mı, çok mu olur bilmem ama en azından eve bir katkısı olur. Bunlar sadece içimden geçen iyi niyetlerdi.

      Yılbaşı yaklaşmıştı. Geçen gün Asıllarda otururken, bu yeni yılda fabrikaya işçi alınacakmış, diye duydum. Ertesi gün ise bunu evdekilere söyledim, “çalışayım” dediğimde yerlerinden kalkıp duymamış gibi davrandılar.

      Dayım:

      – Kızım, iş bir yere kaçmıyor. Önünde daha çok yıl var. Sen bu yıl dinlen, seneye de okuluna devam edersin, dedi.

      Bu arada yengemin de hastalığı iyiye gidiyordu. Evin ufak tefek işlerini yapıyor, her zamanki gibi çocuklarıyla ilgileniyordu. Ben bir iş yapmaya kalksam, hemen elimden alıp:

      – Ver yavrum, deyip beni kendine çekiyordu. Ben Allah’a şükür iyileştim artık. Bütün sonbahar iş yaptığın yeter, dedi.

      O bana yardımcı olunca, beni kendine yakınlaştırmaya çalışınca, benim de ona karşı sevgim artıyordu. Bana bu kadar değer verip, sevgisini gösterince ben de ona o kadar yakınlaşıp, onu öz annem gibi seviyordum.

      Ertesi gün benim elime zorla para sıkıştırıp:

      – Camal, al bunu güneşim. Git de bir film seyredip gel. Evden dışarıya adım attığın yok, iyice sıkıldın, dedi. Sonra hâlâ kendini suçlayarak kendi kendine konuştu.

      Ben de çekinerek:

      – Yapmayınız, yenge. Oyunu, filmi sonra da seyrederim, dedim.

      O, kabul etmeyip Asıl ile beni gönderdi. İlçe merkezine sonbahardan beri ilk kez geliyordum. Biz en kenarda, ırmağın öbür tarafında yaşıyorduk. Buraya ara sıra yakındaki bir dükkândan şeker çay almak için geliyordum.

      Kesinlikle insan kendini yabancı bir yerde çok değişik hissediyor.

      Kültür evinin önü kalabalıktı. Bizden az ileride “Muhterem tahta” (Şeref panosu) yanında duran üç kişi kendi aralarında konuşuyorlardı. İkisinin yaşları ilerlemiş, diğeri delikanlıydı. Siyah palto giymiş, başında siyah beyaz desenli, kenarlı bir kep vardı. İçimden: “Bu zemheride de bu şapka giyilir mi?” diye gülümsedim. Üçü de etrafına sürekli bakınarak tuhaf davranıyorlardı.

      Bizim önümüzde oturan tanımadığım iki kız onlar hakkında konuşmaya başladılar:

      – Genel mühendis olarak gelen galiba, dedi birisi.

      – Ta kendisi.

      – Bayan kim?

      – Eşi diyorlar.

      – O delikanlı kimmiş?

      – Dağ mühendisiymiş. Nikolskiy’in yerine nöbetçilerin müdürü olacakmış.

      – Hmmm… Yakışıklıymış değil mi?

      – Evet ya. Hi-hi-hii…

      Ben o anda delikanlıya göz ucuyla bir bakıverdim. Düşünmeden oldu, isteyerek yapmadım. Nedense, bir anda heyecanlandım. Sonra da bu histen dolayı içten içe utandım. Belki de ben o an dişilik özelliğimi fark etmiştim.

      Dedikleri gibi görünüşü güzeldi. Beyaz tenli, orta boyluydu. Geniş göz kapakları vardı. Ela gözlerindeki düşünceli bakışları çok güzeldi. Dümdüz burnu, ince dudakları kısacası her şeyi güzel, yakışıklı ve özeldi. Bana sanki daha önce tanıdığım yakın birisiymiş gibi geldi. “Acaba gerçekten de daha önceden bir yerde görmüş olabilir miyim? Yok. O zaman neden ona baktığımda şimdiye kadar hiç hissetmediğim, bilmediğim hislerle, garip hayallere kapıldım. İçime çok farklı duygular doluyor?” Cevap bulamıyordum. Dahası kalbim hızla çarpıyor, kanım kaynıyor, nefesim kesiliyordu. İki yandan örülü saçlarımdan bir örüğün açık olan ucunu elime almış öylece durmuştum. Asıl da ona bakakalmıştı. İkimiz de tek bir söz etmiyorduk. Çıt çıkarmıyorduk.

      Dayım her zamankine göre işinden bugün daha geç döndü. Biz onu bekler ve onun erken dönmesini isterdik. Lanet olsun, madencilik zor bir iş sürekli yer altındaydı. Orada her şey olabilirdi. Ufak bir gecikmesi bizi fazlasıyla endişelendirirdi.

      Dayımın morali her zamankinden daha iyiydi. Eve geldi, kürk şapkasını çıkarıp içeri geçti. Oturur oturmaz çocuklar etrafına toplanıp küçükleri hemen boynuna atılıverdi. Dayım yetişemiyordu. Çocukların oyununa katılıp sırtüstü düşüyor, dirsek sürtüyor “Ha ha ha!” diye bir de kahkaha ile gülüyordu.

      – Oy benim küçük burunlum, bu nasıl karın böyle, hı hı? Kapat ayıptır. Kapat, kapat, diyerek küçüğün önlüğünden çekiştirirken, bir yandan da ortancaya damağından ses çıkarıp, kulaklarını hareket ettiriyordu. Bu, çocuğun çok hoşuna gidiyor kahkahalarla gülüyordu. Küçüğü de kardeşini taklit edip gülücüklerle, tırnak kadar başparmağı ile babasının kulağını gösteriyordu.

      Yengem:

      – Hey hey! Bak ne yapıyorlar bunlar, dedi. Bırakın dinlensin babanız, zaten yorgun geldi.

      Çocuklar sustular. Dayım onlara gülümseyerek baktı:

      – Yorulmaz. Bizim babamız yorulacak bir katır mı desenize, ha ha!

      O bağdaş kurup, seyrek bıyıklarını düzeltirken, sakin bir sesle:

      – Ne yorgunluğu. Tam tersi, bunlar benim için dinlenmektir, mutluluk kaynağı, neşemdir, diye devam ediverdi.

      Yengem sofrayı kurdu.

      Kendi aramızda iş yerinde neler olup bittiğini konuşurken, bir laf geçti.

      – Bize yeni iki kişi geldi, dedi dayım.

      – Çalışmak için mi? diye sordu yengem ilgisizce.

      – Evet.

      – Nerede?

      – Biri Maden Genel Mühendisi, ikincisi de Nöbet Müdürü oldu.

      – Öyle mi, nereliymiş onlar? diye sorarak konuşmaya ben de katıldım.

      – Taa üretim fabrikasından.

      – Kırgız mı?

      – Evet. Kırgız diyorlar. Bu maden açıldığından beri hiç Kırgız mühendis gelmemişti.

      – Bir de yavrum çok genç görünüyor. Yanlış bilmiyorsam, Kırgızca bilmiyor, hep Rusça konuşuyor. Yetenekli bir delikanlıya benziyor.

      Ben de içimden, dünkü kızların bu konuyla ilgili konuşmalarının ne kadar doğru olduğuna şaşırıyordum. Meğer o kızların biri maden müdürünün sekreteri olarak çalışıyormuş. Bunu sonradan öğrendim.

      Bundan başka, evde bu gençle ilgili hiç konuşulmadı. Onu ilçede görüyordum. Bazen bizim sokaktan geçiyordu. Etrafına hiç bakmıyordu. Ben ona hiç fark ettirmeden, sürekli göz ucuyla onu takip ediyordum.

      Küçük ve kalabalık olmayan yerlerde dedikodu çabuk yayılır, yeni gelen kişilerin; nereden geldiği, kim olduğu, hatta ismine kadar öğrenilirdi. “Mühendis delikanlı” hakkında bir sürü şey konuşuluyordu. “Kazak’mış” dediler. “Kırgız değil Koreli’ymiş” dediler. Sonra “Bunların hepsi asılsız laflar” dediler. “Babası Kırgız, anası Rus’muş” dediler. Ben de buna inandım çünkü bir karışım var gibiydi. Saf Kırgız’a benzemiyordu.

      Şimdi kendi kendime gülüyorum. Gerçekten kimin kim olduğunun ne önemi var, ne fark eder ki?

      Kadınlar,