görüyorum. Şimdi de babanıza gidiyorsunuz değil mi?
Ben düzelterek:
– Hm… Benim babam yok, dedim.
– Aa… Peki anneniz?
– Annem de.
O, bu durum hakkında hiçbir şey demedi, sadece gözlerini hafif kısıp, derin bir of çekti. Bir anda alnı kırışıp, yüzünün rengi değişti. “Ne, ben bir yaranıza mı dokundum? Üzdüm…”
– Ee, hiçbir şeycik olmaz, derin bir nefes aldıktan sonra, öksüzlüğün acısından hiçbir his, hiçbir şey kalmaz.
– Her şey geçer artık. Bundan sonra hiç ayrılmayalım, daha yakın olalım, dedi o.
Ben o anda onun bu dediklerini nasıl kabul ettim tahmin etmişsinizdir. Ama asıl amacı başkaymış.
– Olur, ağabey. Ben…
– İyi, tamam, kurban olduğum. Çekinmek yok. Genç insanın açık ve yalansız olması iyidir. Evet, bana ağabey veya Azim derseniz de olur. Sizin adınız ne?
“Azim”. Bir nefeste söylenebilen, sevimli bir isimmiş. “Azim, Azim…” Ağzımı açıp, dile getiremesem de içimden bin kere tekrarlıyordum.
– He, benim mi? Benim adım Camal.
İkimiz uzun zaman konuştuk. Hakkımda hiçbir şeyi gizlemeden anlattım. O benim gibi çok konuşmadı. Sadece çok kısa söylediği:
– …Ne olursa olsun sizin çalışmanız gerek. Evin işi evdedir. Çoğunluğa karışarak, yaşamın acısına tatlısına şimdiden alışabilmeniz lazım, dedi sonunda.
Benim ne kadar mutlu olduğum tahmin edilemezdi. Daha ne isterim! O benim uzun zamandır huzurumu bozan, büyük arzumu söyledi.
– Ben de bir işe girsem diye…
Eğer mümkünse ben de sizin çalıştığınız yere gelsem?
– ?..
Azim dediğimi tekrarlayıp bana başka soru sormadı. Sadece:
– Belli olmaz, dedi. Konuşuruz, bakalım…
Dayımla yengem kıvranıp dolandılar, sonunda kabul ettiler. Sabaha kadar dönüp dolandım, hiç uyuyamadım. Gözümün önünden Azim gitmedi, kalp atışlarım yükseldi. Atardamarımın hızı yükselip, bedenim ateş gibi yanıyordu. Yatağımda dönüp durup bir türlü sakinleşemedim. Rahat edemiyor, kalkıp pencereden bulanık göğe bakıyor, karanlıktan sadece siyah dağların siluetine ve onların uçlu tepelerine bakıp oyalanmakla meşgul oluyordum. Azim’in sanki pencerenin dışında olduğunu hissediyordum. Çabucak sabah olsaydı. Azim’in yüzünü görür, sesini duyarım. Yanında olacağım, diyorum. Tuhaf… Acaba, aşk bu mu? Başka kızlar da böyle mi seviyor? Bu derinden gelen duyguyu sezip, duygularının anlamını düşünerek, bu anlık yürekleri alevlendiren sevince değişir mi ki? Onlar da bir can.
Bu gizlice alevlenmeye başlayan sevgiyi onlar da hissederler. Onların da kalbi birinin hasretiyle attığında, uykuları kaçar, huzur bulamazlar. Öyle de olsa onların içinde benim kadar seven yoktur. Çünkü kızların aklına, hayaline sahip olan, gönlünün derinliğini dolduran dünyada tek bir adam var. O, Azim. Azimm…
Pencereden yatağıma dönüp gene bir türlü sabit yatamadım. Oflamalarımın farkında olmuyorum galiba, bitkin şekilde sabahı bekleyerek yatıyordum.
O zaman ben tam on yedi yaşındaydım…
Ertesi gün maden müdürlüğüne geldim. Azim, dün söylediği gibi beni binanın önünde bekliyormuş. Elini uzatarak benimle selamlaştı ve içeriye davet etti. Böyle bir yere ilk defa geliyorum, bana değişik geldi. Raflarında parlak taş parçaları dizilmiş dolaplar, duvarlarda değişik ve çeşitli resimler, posterler asılmış. İlerideki pencerenin yanında uzun masa vardı. Onun iki tarafında iki bayan vardı. Birisi daktiloda bir şeyleri yazmakla meşguldü. Onu hemen tanıdım. Geçen sinemanın önünde gördüğüm kızdı. İkincisi de kâğıtları düzeltiyor, işine bakmıyordu. Yan tarafta geniş bir koltukta ileri yaşlarda iki üç kişi oturuyordu. Azim yanlarına gidip müdürü sordu.
– Yerinde, dedi sekreter kız. Biraz bekleyin.
Biz o üç kişiden sonra girdik. Müdür, Azim ile selamlaştıktan sonra, işaret ederek oturmayı teklif etti. Sigara içiyormuş, bir nefes çektikten sonra:
– Ee, yoldaş Kurmanov, işler nasıl gidiyor? dedi.
– Teşekkür ederim, Anatoliy Mihayloviç…
– Üretim ve geri kalan işlere alıştığını sanıyorum.
– Yeterince zaman geçti, alıştım Anatoliy Mihayloviç. Burası Bordu değil ki, her bölgesinde yüzlerce insan çalışmıyor. Bizim maden küçük.
– Değil mi… Hayırdır? Sen, yoldaş Kurmanov sadece bizim üretimle değil, kızlarımızla da tanışmaya başlamışsın galiba? diye titreyerek güldü. Belki de eş bulursun?
– Ben yere diktim gözlerimi. Azim de ondan böyle bir espri beklemiyordu, hemen kendini toparlayarak:
– Anatoliy Mihayloviç, biz size bir ricada bulunmak için gelmiştik, dedi.
– Bu kız bazı sebeplerden dolayı bu sene okula gitmemiş. Bizim bölümdeki madenci Sadıgaliev’in yeğeni. Tanıyor musunuz?
– Tanımaz mıyım?
– Küçük çocukları var eşi de rahatsız. Kısacası, işe girmesi gerekiyor.
Müdür Azim’e bakarak:
– Hm… Yoldaş Kurmanov, affedersin adın neydi? dedi, sanki gergin gibiydi.
– Azim.
– Azim… Azim, şöyle… Bizim bu insanlara yardım etmemiz kesinlikle şarttır. O dudaklarını toplayıp omuzlarını kaldırdı:
– İş ise… İş yok ki. Bu fabrika değil.
– Öbür bölümlerde de yok mu?
Diğeri de düşünerek:
– Yanılmıyorsam, sanki boş bir yer vardı, dedi. Ama… Bir anlığına sustu ve sonra:
– Yoldaş Yakovlev nerede? dedi sekreterine seslenerek.
Fazla zaman geçmeden uzun boylu, zayıf birisi içeri girdi.
– Merhabalar.
– Merhaba, Vasiliy Petroviç. Geliniz, oturunuz.
– Anatoliy Mihayloviç, geçen sizin dediğiniz mesele ile ilgili on ikinci bölümün devamını inceledik. Oradaki…
– Vasiliy Petroviç, affedersiniz. Onun hakkında başka zaman konuşuruz. Şöyle bir mesele var, birinci bölümün kolektörü ne zaman hesabını verdi gitti?
– Bir dakika… Oo, bir aya yaklaştı.
– Neden o yer onca zaman boş kaldı?
– Uygun biri bulunmuyor da…
– Haa… Vasiliy Petroviç, o zaman sizden şöyle bir isteğim olacak, bu kız çalışmak istiyormuş. Oraya alsak uygun olur mu?
Yakovlev bana bakışlarını dikerek:
– Anatoliy Mihayloviç, dedi ona geri dönüp. Siz de farkındasınız, kız çocuğuna göre ağır bir iş diye düşünüyorum.
– Ben de onu düşündüm…
Azim huzuru kaçarak:
– Tamam, zor iştir, dedi. Ama savaşta bile kadınlar cephelerde bulunmuşlar. Belki bu kız da zamanla alışabilir?
– Evet, evet, dedi müdür. Kısacası bir düşününüz,