Danikeyev Öskön

Kızın Sırrı


Скачать книгу

az ağlamamıştır, diye düşündüm. Öksüzlüğü yüzünden çok çektiği olmuştur. Ona üzüntümden ciğerim parçalanacak gibi oldu.

      Yengem sofrayı kurdu, çay getirdi. Çayından bir iki yudum alır almaz:

      – Cakin’ciğimm, kurban olduğum… Senin hakkında kötü düşündüğümüzü sanıyorsun. Allah var, dedi sözüne başlarken. Sen artık küçük kız değilsin. On sekizine girdin. Senin yaşında ben anne olmuştum. Sana niye kötülük isteyelim ki. Bak şunlara, şu bizimle sofrayı çevirip oturan çocuklara… Onlara sırayla baktı..

      – Bizim için bunlardan farkın yok. Bunlar bizim için nasılsa sen de aynısın.

      Yengem sanki benden bir şey duymak ister gibiydi. Ben hiçbir şey demedim.

      – Öyle, bereketim. Kötü bir şey düşündüğümüzü sanma, köyde senin hakkında laf söylenmesinden tedirgin oluyoruz. Genç kızların hakkında türlü dedikodular yaparlar. “Milletin ağzı torba değil ki büzesin.” Demişler.

      Yengem nedense, durdu. Sadece, yazmasını düzeltir gibi oldu ve sessizce kaldı. İçinde diyemediği bir şey olduğu belliydi. Ama onu bana söylemek istemediğini de anlıyordum. Gizliyor mu? Kalbimi kırıp, hepten derde sokmayı istemiyor mu?

      Ben çekinerek:

      – Yenge, o ne demekmiş? dedim.

      He, ne diyecek ki… Kaçamak cevapladı yengem.

      – He, söyleseniz, anlatsanız? Eğer hakkımda bir şey demişlerse er ya da geç zaten duyulacak. Başka birinden duyacağıma… Anlatır mısınız?

      O biraz çekinerek, sessizce oturdu; sonra duyduklarını, durmadan, eksiksiz anlatmaya başladı. Sonunda:

      – Şimdi beni dinle, kurban olduğum, öteki… Nasıl bir delikanlı olduğunu bilmiyorum. Nasılsa daha gençsin, Cakincim. Ee, erkek erkektir. Geleceğini de düşünmen lazım. Kötü düşünmeyelim ama eğer olumsuz bir şey olursa, “Ne yaptım?” diye parmağını ısırırsın! Hayatının sonuna kadar gençlikte yaptığın hatalar yüzünden kedini pişmanlıkla sorgularsın. Ötekisi de o sana göre değil.

      Kalbim çıkacak gibi oldu. Ne zamandır, değer verdiğim, gönlümdeki kıymetli hayallerim, bir anda toza toprağa karışarak gözümün önüne serilmiş, düşüncelerimi bulanıklık içinde savurmuş gibiydi. Oturduğum yerden anında sıçrayarak kalktım. Eve doğru yürüdüm. Yastığı kucaklayarak, sırt üstü yattığımda, uzun süre ağlamıştım. Bu sözleri, bu doğruları hiç kimseden duymamalıydım. Sadece kendi gönlümde, sakinleştirici gibi kalsa da olurdu. Keşke!

      “Sana göre değil…”

      Bu olaydan sonra, evde de dışarıda da her zamanki gibi değil, özgüvensiz davranmaya başladım. Bazen birileri bana baksa veya öylesine benimle sohbet etse bile üzerime alınıyor, kendimden şüphe ediyordum. İşe gidip gelene kadar gözlerimi yerden ayırmıyordum. Azıcık olsa da sükûnetimi sağlayan, şerefimin kirlenmemiş olması ve gönlümün temizliğinden dolayı hissettiğim suçsuzluğumdu.

      Azim eskisi gibiydi. Olan bitenden haberi yoktu. Karşılaştığımızda okulum, işim hakkında sorular sorar, âdeta duymuş gibi akıl verirdi. Hepsi de yararlı ve yerinde sözlerdi. Ona sadece göz ucuyla bakıyordum. Kendisi bu kadar genç yaştayken, hayat… Yaşamın şartlarını bu kadar iyi anladığına şaşırıyordum. Bir şey daha var, bana bakışı… Ben o bakışları anlayamıyordum. Belki, o sadece, sıcakkanlı olduğu içindir, büyüğüm olarak bakıyordur? Yoksa onda da mı hasretli sezgi, kalbinin derininde saklanan içini kemiren aşk, sevgi var? Oho… Eğer öyle olsaydı…

      Bunları düşünürken aniden irkildim. Doğrusu, ben ona göre değildim ki. Onun yanında benim neyim vardı? Güzelliğim veya sevimliliğim mi? Çoğunun gözünü alan yüzümün tatlığı mı veya gençliğimin taze, daha dökülmemiş çiçeği mi? Hayır, bu yetersizdi. Bunun hepsi onun ruhunun iyiliğinin karşısında yetersizdi. Ona tıpkı kendisi gibi (eğer tabii ki varsa öyle daha birisi) aşırı derecede nazik biri yakışırdı. Benim Azim’e karşı olan narin duygularım her gün yeni bir umuttan güç alıyordu. Umut hiç biter mi? Yavaşça yanıyordu. Beni engelleyen, ona karşı olan saygımdı. Saygılı olmak. Öyle işte…

      Son günlerde nedense Kanay benimle pek fazla ilgilenmeye başladı. Bunu sadece ben değil, bölümdeki herkes fark etti. O, çekik mavi gözlerinin boş ve anlamsız bakışları, sanki ruhuna sığmayan bir sevincini anlatıyor gibi, arada gülümseyerek, bana bakıyordu.

      Sabah saat dokuz civarında, her zamanki gibi blokta toplandık. Cetvel ile ölçmeyle uğraşırken, Kanay alıştığı “damgalama” işi ile meşguldü. Ben çekicim elimde hazır olarak karşı tarafta bekliyordum. Bloğun en sonundan kaya delici tabancanın sesi duyuluyor, o taraftan çok az aydınlık görünüyordu.

      Ben işime bayağı alışmıştım. Eskisi gibi etrafa korkuyla bakınmıyordum. Saklamayayım, ilk başta çok korkuyordum. Sanki yukarıda koca taşlar beni bekliyordu ve üstüme düşecekler gibiydi. Şu bölgelere girerken “

      Yere kocaman taşlar düşüp, çıkışımızı kapatsa ne yapacağız?” derdim. Oranın başka acil çıkışı da varmış. O ne ki numune alınacak damgalanmış yerleri kırarken, sanki taşın canı acıyacak gibi hafiften döverdim. Bazen nefesimi kısıp, donup kalıyordum. Şimdi onları hatırlayınca gülüyorum.

      – Camal, bak… Damgalar bitti, dedi Kanay.

      – Çuvalları götüreyim mi ağebey?

      – Olur.

      – Muşamba nerede? Yoksa sizde mi?

      – Evet, buradaymış.

      Ben oturduğum yerden kalkıp onun yanına vardım.

      – Nereden başlamam lazım?

      – Ya, niye acele ediyorsun? Gel, otur, dinlen.

      – Ne dinlenmesi…

      – Onu bırak da… Söyler misin Camal, ne zamana kadar “Ağabey” diyeceksin?

      O sustu, lafını bitirmedi. Dalgınlıkla bana baktı. O an kendisi de gözleri de bana tuhaf göründü. Nedense kalbim çıkacak gibi olup gerilmeye başladım. Onun kalın dudakları kıpırdayarak bir şey diyecekti. Hayır, diyemedi. Cesaret bulamadı.

      Ben kenardan numune almaya başladım. Yan tarafımda Kanay vardı. Yine kendini zor tutarak, muşambadaki kırılan taşları oraya buraya atıp, mineralleri seçiyordu. Arada elimdeki çekici alıverip benim işime devam ediyordu. Onu da sonuna kadar yapmıyordu.

      – Yeter bu kadar, diye mırıldanarak ver torbayı, dedi.

      Ben de torbaları uzattım. Birlikte numuneleri doldurduk. Doldururken de az önce yaptığı gibi, mineralsiz taşları seçip atıyordu.

      Ben:

      – Siz neden öyle yapıyorsunuz? Kurallar… O kitapta yazılanlara bu uymuyor ki, dediğimde Kanay:

      – Ee, ne kitabı! Kitap ilim adamlarının kendileri içindir. Üreticilikte onun ne gereği varsa? Orada öyle yazılmış, böyle yazılmış diye fazla yükü kaldırmaktan kim hoşlanır, dedi ve konuyu değiştirdi.

      Son zamanlar da neden öyle yaptığını anlamıyordum. Daha doğrusu, onu çok da kafama takmıyordum.

      Yolda giderken:

      – Uzun zamandır Kurmanov görünmüyor, dedi Kanay, beklemediğim bir şekilde. Sabahtan akşama kadar madenden hiç çıkmıyor diyorlar.

      – …

      – Bizim Svetlana da hep onun yanındaymış. Kısacası bu boşuna değil.

      – Kanay, boşuna değili vurgulayarak söyledi.

      – Ne