tek parça bulut yok; tabiat yemyeşil renkte, ağın üzeri güzelleşmiş ve serin bir esinti vardı. İlkbaharın taze çiçeklerinin kokusu yayılmıştı. Irmağın akışının sesi vadiyi kaplamış gibiydi. Sağ taraftaki Oyon Serenin gölgesi, sanki güneyden başlayarak, tepeden aşağıya doğru yavaş yavaş kayıp geliyordu.
Biz Kırbanın tepesine öğleye doğru geldik. Sinek sesi bile yok. Geçen yıldan kalma uzun çimler ayaklarımıza dolanıyordu. Bu senenin taze otları, buralarda hala büyümemişlerdi. Arasıra rengârenk kanatlı minik kuşlar, ötüşerek yere doğru uzanmış ardıç dallarının arasında kaçışıyorlardı.
Biz erkekler ve kızlar olmak üzere on beş kişi civarındaydık. Aramızda “en yaşlımız” Svetlana idi. Boynundaki incecik şalını düşerken tutup göğsünü dolduran derin bir nefes aldı. Uzaklara bakarak:
– Ah, ne kadar güzel ne kadar muhteşem manzara!
Onun baktığı tarafa ben de bakıyordum.
Dağlar, dağlar… Uçları sivri, bir bakışta sanki acayip bir okyanus dalgalanarak gelip, dalgaları donarak kalmış gibiydi. Köpükleri de gökyüzüne sıçrayıp, evvelki asırlarla beraber habersiz kaybolup gitmiş devirlerin sesini duymak umuduyla beklentide kalmış gibiydi. Kırlar, bozkırlar, ırmaklar çırpınarak, akarak gökyüzü ile yerin bitişine kadar mütevazı devamlılığını sürdürmekteydi.
Ana Göl… Işıldayıp maviliğini sergilemişti.
Kırgız’ımın gururu! Kırgız yerinin incisi… Ben onu anlatamam, o güzelliğin karşısında çekinirim. Görmemişsen, gel görmeye. Eksik kalma. Geniş bir solukla havasından derin nefes çek. Göl kenarı, engel olan tat yok. Halk Göldür, Göl Halkıdır. Gölün rengi halkın düşünceleri: mavi, benekli, temiz. Gölün genişliği halkın cömertliğidir: Geniş ve derin.
Azim ilerleyerek, yakasınındaki düğmeyi çözdü, sağ kolunu yukarıya kaldırarak:
– Ege-e-ey!
– Ege-e-ey!
– Ege-e!
– Ee-e!
Yankı dağdan dağa çarparak belirsiz bir boşlukta içlenmiş gibi kayboldu.
Ben Azim’in kolunu sallamasına bakarken gözlerimi kapatıverdim. Kulağımdaki o peş peşe uzaklaşan, uzaklaşınca kısılan yankı sesini uzatıyordum.
Gözlerimi tekrar açtığımda:
– ?
Azim’in kaldırdığı kolunun şekli, bembeyaz kireç gibi gökyüzünde çizilip kalmış gibiydi. Ondan başka bulut bile görünmüyordu. Tek onun kolunu sallama huyu vardı. Azim aynı yerde, adım bile atmadan duruyordu. Benim orada gördüklerim içinde, ondan daha büyük, daha yüce hiçbir şey yoktu.
Hepimiz yemek yemeğe sofraya oturduk. Sanki düğün sofrasıydı. Getirdiklerimizin hepsi ortada: konserve, ekmek, içecekler… (arak – şarap) Bir sürü… Eğlence başladı. Öğle vakti akşama dönmüş, eve gitmek kimsenin umurunda bile değildi. Çoğunun neşesi yerindeydi. Sevinç, gürültü, kahkaha içinde, türkü şarkı söylüyorduk. Fark etmemiştik ama Kanay bayağı komikmiş. Kimsenin aklına gelmeyen oyunlar yaratıyordu, şaşırıyorduk.
Sadece Azim ile Svetlana açılmıyorlardı. Herkesle beraber gülüp neşeleniyorlarsa da çaktırmamaya çalıştıkları bir gizemleri olduğu belliydi. Özellikle bana. O ikisine dikkatle bakan, ayrıca Azim’i göz ucuyla takip eden, burada benden başka kimse yoktu. Ötekilerden ayrı, kendi kendilerince “ ayrılıp” durmaları beni karanlık düşüncelere sevk ediyordu: Bu nedir? Kanay’ın geçen dedikleri aklıma geliyordu:
“Bizim Svetlana da hep onunla beraberdi. Kısacası, bu boş işler değil…” Aynen, boş söylemler değildi sanki. Ama ne olursa olsun gerçekten onların hakkında hiç kötü düşünmüyordum. Şüphelerim anında dağılıyordu.
En son “Mendil saklama” oyununa geçtik.
Oyunun bayağı kızıştığı andı. Azim dolanıp koşarak gelip yazmayı benim arkama bıraktı ama esintiden dolayı o, Kanay’ın yanına düştü. Kanay anında yazmayı kaldırıp onun peşinden koştu. Azim pek de yetişmek için kaçmadı. Sadece:
– Üzgünüm, istediğim olmadı, değil mi? diye gülümseyerek hızlandı.
– Ne zaman istediğin olmuş ki?! Kanay bayağı ciddiyetle Azim’in sırtına birkaç sefer tokat attı.
Oyunda oturanlar bir şey anlamadan onlara bakarak kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. Ben de hemen yerimden kalkıp Kanay’ı boğmak istiyordum. Svetlana da hissetti sanki bana göz ucuyla bakarak, hafif başını sallayıp işaret verdi…
Azim Kanay’a hiçbir şey demedi. Ne kızdığını ne de sinirini belli etmeden geri yerine gelip oturdu.
Çok geçmeden oyunu da bitirdik. Bu olaydan sonra devam etmemizin bir anlamı kalmamıştı. Azim’in bölümünde çalışan iki delikanlı Kanay’ı sıkıştırmaya başlamışlardı. Azim onların yanına gelip:
– Delikanlılar, yapmayın. Ne gereği var. Eğer bir sıkıntısı varsa biz kendi aramızda konuşuruz, dedi.
İlçeye gelene kadar Azim ile Svetlana işle alakalı bir meseleyi konuşup durdular. Bazen tartışıyorlardı. Anladığım kadarıyla Azim’in bölümünde bir takım sıkıntılar vardı.
Azim bizimle vedalaşırken “Doğrusu, bu mesele üretim toplantısında konuşulacak gibi.” dedi.
O gün ne olduğunu anlayamadım. Tam o gün, bizim son dersimiz vardı. Gece okuyanlar çok değildik. Toplam 20 kişiydik.
Zil çaldı, “Büyük sınıfa” müdür, öğrenci işleri müdürü ve daha birçok öğretmen girdi. Sessizlik oldu.
Müdür oturduğu yerden kalkıp:
– Vay vay, şunların sessizliğine bak. Şu okumayı tekrarlatsak mı, acaba? dedi şakalaşarak.
Bu bizim için son dersten ziyade daha çok muhabbete benzedi.
Herkes düşüncelerini söyledi. Öğretmenlerimize sınavlarla ilgili merak ettiklerimizi sorduk. Nasıl olacak, Eğitim Kurum Başkanlığı’ndan katılacaklar mı? Müdür bey:
– Ondan niye korkuyorsunuz? dedi. Önemli olan hazırlık derslerinizde başarılıysanız, Eğitim Kurum Başkanlığı değil, ta merkezinden gelsin, yine de kolay şaşırmazsınız! Evet, önemli olan hazırlık, hazırlık…
Sınıfın içi konuşma ve uğultuyla doldu. Ben kenarda oturuyordum. Pencereye baktım. Dışarısı kararmaya başlamıştı. Sanki biri bakıyordu. Kim olduğu pek görünmüyordu. “Azim mi?” diye düşündüm. Hayır, o bahsedilen toplantıdadır.
Tam o an öğrenci işleri müdürü sınıfa:
– Çocuklar, aranızda tek bir tane kız var. Mm… Ben ona şöyle bir soru sormak istiyorum, dedi. Kanimetova, okulu bitirdiniz. Diploma elinizde…
Birisi sözünü kesti:
– Öğretmenim, okulu bitirdik de ama diplomayı elimize aldığımız… Kim bilir…
Oturanlar güldüler.
– Kim bilir ki… Müdür beyin de dediği gibi bu iyi hazırlanmanıza bağlı. Şimdi, kızım sen nereye gitmeyi düşünüyorsun? Hangi üniversiteye?
Ben hemen cevap veremedim. Doğrusu, aklımda bir şey yoktu. Matematik… Başka derslerde yardım ederken Azim bazen soruyordu. Ben de susarak omuzlarımı kaldırıyordum. O: “Hayır, Camaş, şimdiden düşünmen lazım. Eğer istediğin bir okula gitmezsen, sonra pişman olursun.” diyordu.
Oturduğum yerden kalkıp:
– Bilmiyorum,