bize şans dilediler.
Bizim oturduğumuz sokağa döndüğümde karşıma Kanay çıktı. Galiba pencereden bakan o idi:
– Bitirdiniz mi? dedi.
– Evet.
Yanımda yürüyordu. Bana yaklaşınca ben yolun kenarına çekiliyordum. Aklında ne vardı bilmiyordum.
Postane göründü. Onun önündeki elektrik direğininin lambasının aydınlığı etrafa yayılmıştı.
– Ağabey, siz bu tarafa gitmiyor muydunuz? dedim, taşla döşenmiş ince yolu göstererek.
– Camal, sevgiyle söyler gibi. Müsaade edersen, evine kadar yolcu edeyim?
– Teşekkür ederim, ağabey. Bir senedir kendim gidebiliyorum.
– Diyeceğim vardı.
– Diyeceğiniz mi? Söyleyin.
Kanay sanki leylekler gibi konuşmadan, gözlerini yere dikmişti.
– Dinliyorum, ne diyecektiniz? diye ona baktım.
– Camal… Camal… Ben… Ben, seni seviyorum.
– Seviyorum? Ha ha!
– Neden gülüyorsun?
– Neden gülmeyeceğim?
– Ben seni önceden, Azim’den de önce seviyordum. Ama…
– Kanay, ben onu ilk defa adıyla çağırdım. İlk defa “sen” dedim. Birincisi, Azim şimdiye kadar o konuyla ilgili hiçbir şey demedi. Sadece sana söylediyse onu bilmem. Eğer seviyorsan, bu zamana kadar neden demedin, bildirmedin? Yoksa biri engel olup yolunu mu kapattı?
– Evet. Azim. Bana, benim işime, sevgime tuzak kuran odur. Bundan dolayı ondan nefret ediyorum, ondan dolayı… Sonunda olacağı varmış, istediğimi kazandım. Şu andan itibaren kimse ikimize karışamaz. “Camal?” O bana doğru adım attı. Ben de geriledim. O andaki yüzünün ifadesi değişikti.
“…İstediğimi kazandım.” Nedense bedenim yorulmuş gibi oldu. Kanay’ın karşısında durmak istemiyordum artık. Hemen dönüp yoluma devam ettim. O da peşimden gelmedi. Dalgınlıkla olduğu yerde kaldı.
Bulanıklık içinde geçmişi hatırlamaya çalışıyordum. “Hayır, hayır! O hiçbir zaman sevmedi. Onun zihni sevmeye kalkmaz. Aklında başka bir şey var. Tüü!”
Dayımla yengem beni bekliyorlarmış. Çocuklar uyumuş.
– Ne oldu, kurban olduğum? Geç kalmazdın…
– Bugün son dersimizdi, yenge. Sonra öğretmenlerimiz toplantı yaptı, dedikten sonra çantamı pencerenin kenarına koydum.
– Aa… Dayın da şimdi geldi. Yüzünün rengi solmuş? Bir yerin mi ağrıyor?
– Hayır, hayır. Öylesine…
Yengem kendi kendiyle konuşarak ileriye gidip, yeleğini getirip bana örttü:
– Bu akşamki esinti iliğine kadar işler.
– Deme ya! Şu kızın gerçekten üşüttü gibime geliyor? dedi dayım, ayaklarının üstüne oturarak. “Sıcak çay içir.” dedi. Ben yeleği sıkıca sarıp sofraya yaklaştım. Çay içtikten sonra yengem:
– Ee, babası sen konuş, dedi.
– Sizin toplantı da bayağı uzadı?
– Tabii ki… Birinin hakkında sonuca varmak kolay değil. Dahası toplantı konusu bayağı ciddiydi.
– Mesele neydi, dayı? Ben ona döndüm. Aklımda…
– Madenin kalitesi hakkındaydı.
– Genel olarak mı? Yoksa…
– Tabii. Ama birinci bölüm, özellikle onun başındakilere kötü oldu.
Başka soru sormadım. Nedense bana her şey anlaşılır geliyordu, her şey daha önceden belli olduğu gibiydi. Azim ile Svetlana daha geçenlerde, gece gündüz demeden bu işle alakalı koşuşturuyorlardı sanki.
“Boş yerden değil…”
Ben odama gelip başköşeye geçtim. Dayımlar hâlâ konuşuyordu.
– Kalitesine ne olmuş? diyor yengem.
– Ne olacak… Ondan bir şey anlıyor musun sen?
– Anlamasam da… Yaa! Erkek etrafından gördüğünü, duyduğunu anlatır diyorduk.
– Of, kısacası, o delikanlı bölümün başkanı olduğu zamanlardan, oradan üretilmiş madenlerin kalitesi, içeriği diyorlar ona da yüzdesi de düşüktür.
– Aşk olsun! Ne zaman okumuş bilmiş oldun, basit dille anlatsan.
– Öyle yaparsın, ha. Kısacası, dediğim gibi çok kötü ettiler o delikanlıyı.
– Kimi?
– Öteki delikanlıyı.
– Öteki delikanlı kim ya?
– O “Mühendis delikanlı”
– Ay, yavrum… Azim’i mi?
– İkisi fısıldadılar.
– He, sonra ne oldu?
– Ne diyecekler, galiba görevden alacaklar. Markşeyderi kızı da. İkisi de sebebini anlatamadılar. Yetenekli, becerikli delikanlıya benzetmiştik, gençlik hatasıdır umarım veya tecrübesi yeterli değildir. Yoksa Nujdov başkan iken her şey yolundaydı. Bir şey daha, o Kanay dediğimiz delikanlı…
Onlar gene fısıldadılar.
– Aferin. Etkili konuştu. Sanki taşa duvara vurmuş gibi. Çaktırmadan herkesi o mu geçecek?
Artık ben onun hakkında hiçbir şey duymak istemiyordum. Yatağıma yattım. Onun akşamki duruşu, şekli, tuhaf, tiksindirici bakışları, gözlerimin önünden gitmiyordu, söyledikleri hâlâ kulağımda tekrarlanıp duruyordu: “Ondan dolayı ondan nefret ediyorum, ondan dolay… Sonunda… İstediğimi kazandım.” “İstediğimi kazandım.” Nasıl acaba? Düşünmeye çalışıyordum. Henüz kendi soruma kendim cevap bulamıyordum. Ama nasıl?
Sınavlara hazırlanmak için bize izin verildi.
Ertesi gün sonuçları öğrenmek için, Maden Başkanı’na gittim. Az bekleyiniz, dedi müdürün sekreteri, bir acele ile hepsine bir imza atsın.
“Hepsine nasıl olurmuş?”
Engel olmamak için, dışarıya çıktım, ileride gölgedeki banka oturdum. Kendi bölümümüze girmedim. Çünkü orada Kanay da vardı.
Çok geçmeden o sekreter kız:
– Kanimetova, Kanimetova! Gelebilirsiniz, dedi. Tamam, bitti.
Anında koşarak girdim içeri. Seçim sonucunun fotokopisini elime verdi. Alır almaz ona baktım. Ama sonuna kadar okumadım… “Demek ki dayımın dedikleri doğruymuş da? Demek ki…”
O açık pencereye doğru baktım:
– !
Azim, başında kasketi yok. Saçları hafif yel esintisinde havalanıyor, yeleğinin önü açık. Birini bekliyor gibi yavaşça adım atarak başını yere eğdi, önüne doğru bakıp hızlandı.
Azim perişan görünüyordu. İçim acıdı. Görüşmeyeceğim, görüşmem dedim. Kapıdan çıkıp, tam merdivenden inerken, karşıma çıktı. Uçarak mı geldi? Gözleri yorgun, yüzü soluktu. Canı sıkılmış görünüyordu. Bir anda yüzü güldü:
– Oo, Camaş? Nasılsın? dedi.
– Maalesef zamanım yoktu. Sınavlara az zaman kaldı.