gözleri şimşek gibi yanarak, beni elimden tutup- Camaş (o ilk defa adımı sevgi ile çağırdı), dedi. Bu sene çalışan gençler için gece okulu açılacakmış. Oraya gider misin? Camaş?!
Gökte ararken yerde bulmuş gibi oldum:
– Tabii ki, dedim. Kesinlikle, gideceğim!
O benim elimi sıkarak:
– Lise… Orayı bitirirsin, okumayı öğrenirsin ondan sonra da devam etmen gerekir. Ne zamana kadar… Kırgız kızları da eğitim alsın.
Yukarıya baktığımızda nefesimiz kesilerek bakakaldık. Evvelki fakirin çadırının yırtığından girmiş güneşin nur parçacığı gibi ışığı, ala bulutların arasından ayın beyaz parıltısı, akın akın dökülüyordu. Sanki pastoral bir tablo gibiydi. Gölün bu taraftaki sahili gümüşle kaplanmış gibi parlıyordu. Öbür tarafı da belli belirsiz olarak, dağın eteğinde, sonsuzlukta kaybolmuştu. Güney tarafdaki dağların bulanık görüntüsü karanlık gökyüzünden zor fark ediliyor, dağlar üzgün duruyordu.
Benim okula gece gitmem Kanay’ın hoşuna gitmedi:
– Camal, bu senin bildiğin işte kızlar boşuna zaman harcar. Evlenince her şey bırakılıp kalır. Bir şey daha; işle okul aynı zamanda olacak, yetişebilir misin o da var. İşte “Gece okuyor.” diye bir uygulama yok.
Ama o ne derse desin amirimdi. Daha sonra benim gönlümü kırmamak için, destek olur gibi:
– Liseyi okuyabilirsen sonuna kadar oku. Ondan sonra geleceğine bakarsın.
Onun dediklerine pek kulak asmıyordum. Onların hepsi bir kulağımdan girip öteki kulağımdan çıkıyordu. Bu düzgün bir şey konuşmaz zaten diyordum. Öyle doğruluk dolu, akıl verici sözler ilgili insanlardan duyulur. Tabii, Kanay’ın da çok iyi taraftarı var. Sırf kötülemeyle olmaz. Ne olursa olsun Kanay, Azim’e denk olamaz.
İşin doğrusu, ikisini birbirleriyle kıyaslamıyordum. Bazen bana Kanay’ın tek özelliği sadece boyunun uzunluğu ve salladığı saçları gibi geliyordu. Açık konuşmasa da o kalbinin derinliklerinde Azim’den nefret ediyordu. Ne kadar belli etmemeye çalışsa da fark ediliyordu. Azim’in çalışmalarındaki başarılarından dolayı çoğunluk onun hakkında iyi düşüncelerini söylerken Kanay duymazdan gelirdi. “Yanılmayan çene, kaymayan ayak olmaz.” derlerdi. Ne münasebetse, bazen Azim ceza alıp, ödemeye giderse, Allah yanıltmasın, o zaman çırağı onun dedikodusunu yapıyordu.
Sanki Azim bunları bilmiyor mu? Biliyor, ama hiçbir şey demiyordu. Dese de… Hepsi Kanay’ın sözüne inanıp onun tarafında mı olacaklardı?
Hâlâ aklımda, Azim’in bölge başkanı olduğunun ertesi günü, Yakovlev bize bu duyuruyu bildirdi.
Hepsi:
– Doğru, doğru yapmışlar diye kolladılar. Önceden genç, tecrübesi az diyen Yakovlev’in kendisi bile:
– Evet, doğru seçmişler. Gerçekten becerikliymiş, dedi. Becerikli ve bu işi yapabilir. Bilmiyorum, kim nasıl düşünür, ama ben güveniyorum.
Ben içten içe mutlu oluyordum.
Svetlana çaktırmadan bana bakıyordu. Kanay, yüz şekli bozulmuş, sessizce kenara geçmiş oturuyordu.
– Bak Kanay, şu andan itibaren senin birlikte çalışacağın kişi Nujdov değil, bu Kurmanov’dur, dedi ona dönüp Yakovlev.
– Ne zamandandır onu iyi tanıyorsun.
– He he, tanımaz mıyım? Ne olsa da Vasiliy Petroviç, bence protokolü pek doğru yapmadılar. Açıkçası, Kurmanov bu işe göre değildi. O, o… Kanay bir an kendini kaybedecek gibi oldu.
– O arkadan mütevazı, cömert görünüyor, aslında öyle değil. Yoksa burada kendini tek mühendis sanıyor da kalanını basit işçi yerine mi koyuyor, kısacası, her zaman kendini beğenen…
Svetlana onun sözünü kesti:
– Kendini beğenmek derken?! O sana; “Ben mühendisim, sen sadece basit bir teknik elemansın.” mı dedi? Bu yanlış bir şey, Kanay.
Anlık bir sessizlik oldu.
Svetlana konuşmaya devam etti:
– Sadece sana böyle demiş ve üstten bakmış olabilir. Ancak hiçbirimiz Azim’in öyle tavırlarını bu zamana kadar görmedik. Şu da var: “…bu işi yapamaz.” diyorsun, o zaman madenciler neden övgü ve saygı ile karşılıyorlar bu durumu! Her zaman Azim’le çalışanlar mı daha iyi tanıyacak Azim’i yoksa sen mi daha iyi tanıyacaksın?
Kanay oturanların arasında tek kaldığından mı, yoksa Azim’in hakkında olumlu bir şey daha duymak istemediğinden mi bilmem gözlerini yere dikerek, dışarıya doğru giderken:
– Bakacağız, dedi duyulur duyulmaz. Bakacağız…
Şubat ayı. Çarşamba. Dayım büyük çocuğunu alıp komşuya doğru gitmişti. Çok güzel bir hava vardı. Etraf bembeyaz, karın parıltıları ile güneşin nuru çarpışıp, göz alıyordu. Yengemle beraber, evden çıkıp güneş vuran köşeye oturduk. O, çocuklarına dikiş makinesi ile elbise dikiyordu, ben de ders çalışmaya giriştim. Yengemin zaman zaman bana bakıp durduğunu hissediyordum. İlk önce o kadar da alınmadım. Sonuçta insan insana bakar. O beni ilk defa görmüyordu sonuçta, vakit geçiyordu. İkimizin de ses ettiği yoktu. Hala o sırlı sınama bakışları… Ara sıra fark edilir edilmez ofluyordu. Nedense bu durum uzayınca canım sıkılmaya başladı. O halimi yengeme belli etmiyordum. Hiçbir şey fark etmemiş gibi, son kez kitabıma bakıyordum. Kalbim sanki olumsuz bir şey olacağından şüphelenir gibi ara sıra çarpıyordu. Yengemin bir bildiği var gibiydi. Nasıl? Düşüncelerimde boğulup meraklanmaya başlamıştım.
Son zamanlarda yengem de dayım da eskisi gibi değillerdi. Açık konuşmuyorlardı. Sanki benden bir şey gizliyor, içlerine atıyor gibilerdi. Kız çocuğu yetiştirmek biraz zor oluyor değil mi? Olacakları ben de tahmin ediyordum. Böyle durumlarda öksüzlüğün etkisiyle akıldan geçenlere bile alınıyordun. “Bu… Nasıl bir kader benimki?”
Belki de böyle durumlarda herkes kendi yaralarını düşünüyordu. Ondan dolayı mı kaygılanıyorum? Yoksa benim fazlalık olduğumu mu düşünmeye başladılar? Yok, o mümkün değil, inanmak istemiyordum. Nasıl olur da dayım beni kaderime mahkûm etsin! Ne olursa olsun o bana kötülük düşünmez. Öyle kötü durumlara bırakılacak bir yaramazlık yapmadım. Ah, kahrolası öksüzlük!
İçim doldu, boğazım düğümlenmeye başladı. Dudaklarımı ısırıp ne kadar tutmaya çalışsam da sonunda dayanamadan ağlayıverdim. Kitabım elimden düştü. Titreyen ellerimle yüzümü kapatıp dizime kapandım:
– Öksüz, öksüz… Demek ki öksüzlük öksüzlükmüş? Ne kadar içten davransam, öz olmaya uğraşsam da beni bir başkası gibi yabancı gibi görüyorlarmış.
O anda benim “Ba” diyen sesimi duyar duymaz canını veren annemi, yeni yeni adım atmaya başladığımda savaşa gidip, geri dönemeyen babamı hatırlayıp, hıçkırarak ağlayıverdim: Anne… Kurban olduğum babacığım! “Bir taneciğim, şımarığım” diye bana seslenirdin. Şimdi de şımarığın gördüğü güne bak. Bakın…
Ben aniden kendimi tutamayarak nefes nefese sesli ağlamaya başlamıştım.
Dikiş makinesinin sesi tık edip durdu.
– Camal, Camalcım, ay! Yengem oturduğu yerden sıçrayarak kalktı. Ney, ne oldu?
Daha çok ağladım ve bir şey diyemedim. Yengem sarılıp sevgiyle yalvarıyordu. Ben kendimi durduramıyordum. Gözyaşım bitmiyor, ağlamam da kesilmiyordu.
Cakin? Yengem başını başıma dokundurup, sessizce:
– Söyle,