Muhammed Emin Töhliyev

Özbek Hikâye ve Kıssaları


Скачать книгу

4 Ekim 1938 tarihinde kurşuna dizilmek suretiyle idam edildi.

      Kar Koynunda Lale

Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü

      I

      Bir, iki, üç, dört… Beş; beş… Altı! Yedi, sekiz, dokuz, on…

      Küçücük, kırmızı iplerle süslü bezden top yolunu şaşırıp kaçtı, gidip aşağıdaki ağılın duvarına yaslanıp büyüyen şekerpare kayısı fidanına çarptı ve zıplayıp “şap” diye havuza düştü…

      Kızlar hep birden:

      – Vay! Canın çıkmasın. Havuza düştü işte, diye bağırıştılar. Topu tutmak için peşinden koşan Şerafet de havuzun yanında taş kesilip kalıverdi.

      Top, suya batıp sonra havuzun ortasından çıktı ve kızların hevesli, fıldır fıldır gözlerinin önünde ağır ağır, kasıla kasıla yüzmeye başladı.

      Kızlar, suyun üstünde hiçbir şeye aldırış etmeden yüzen topa bakakaldılar ve bu sırada birbirlerine bakıp gülümsediler.

      Kasap Taci’nin küçük kızı Turgunbuş koşarak gidip ağılın damına çıktı. Bir kenara yığılmış dut odunlarının arasından uzun bir dalı kırıp havuz kenarına geldi ve o dal ile suyu kendine doğru çekmeye başladı. Kızlar onun etrafına toplanarak topun sudan kurtarılmasını beklemeye başladılar.

      Su, suni akıntıyla kızlara doğru akmaya başladıktan sonra yarıya kadar suya gömülen top bazen batıp bazen çıkarak yavaş yavaş kenara geldi. Kızlar çığlıklar atarak topu yakaladılar.

      Suda iyice ıslanan topu Şerafet aldı ve “Hey, kaçamazsın. Yakalandın işte!” diyerek yere vurdu. Onun bu yaptığına tacir Abdullah’ın kızı Tuti üzüldü. Hemen gidip yerden topu aldı ve:

      – Hey! Bunun ne suçu var? Canı mı var bunun? Siz düşürdünüz. Şimdi zavallıya beddua mı ediyorsunuz? diyerek topu suya daldırıp silkeledikten sonra dudağını ısırarak bütün gücüyle sıkmaya başladı.

      Şerafet kızlara bakarak:

      – Ne kadar sıksak da ıslak top zıplamaz. Şimdi başka kimde top var?

      …

      – Vay! Canım çıkmasın. Kimsede yok mu? Saltanat! Sende vardı ya…

      – Bende vardı ya, dün canı çıkmayası Gülnare kaybetti.

      – Yoksa oyun bitti.

      – Olmaz. Başka oyun oynarız.

      – Hey, Canı çıkmayasıca! Top oyunundan iyisi var mı?

      – Hey, Şerafet! Eve gidip Rus topunu alsan olmaz mı?

      – Rus malı topum yarıldı.

      – Vay akılsız! Ne zaman?

      O sırada bağın küçük kapısından hızla koşarak küçük bir kız geliyordu. Turgunbuş birdenbire:

      – Hah işte kızkardeşim geldi. Eve top almaya göndereyim, dedi.

      Bütün kızlar:

      – Evet! Evet! Fazilet’i gönderelim, dediler.

      Küçük kız Fazilet, koşarak gelip ablasının boynuna asıldı.

      – Biraz kenara gel abla. Sana çok mühim bir şey söyleyeceğim.

      Bütün kızlar birden:

      – Heyecanlı olsun, heyecanlı. Hepimize söyleyiver!

      – Yok, ablama söyleyeceğim.

      – O zaman ablan bize söylesin.

      Abla-kardeş, havuz kenarına gittiler. Bekçi İşmet’in çokbilmiş, her şeyden haberi olan kızı Tillahan dikildi:

      – Mühim meselenin ne olduğunu söylemese de biliyorum.

      – Biliyorsan söyle bakalım…

      – Ne olacak, Turgunbuş’a güvey gelmiştir.

      Hepsi birden gülüştüler. Kızların yanına dönen Turgunbuş:

      – Olmaz olsun. Bana güvey değil, Şerafet’e görücü gelmiş, dedi.

      Kızlar birbirlerine baktı. Şerafet kızarmış, olduğu yerde donup kalmıştı.

      II

      Şerafet’in babası Semender Ağa eskiden meşhur bir tüccardı. Onca sıkıntılı yıllarda, kâr zarar zamanlarında işini yürütmüştü. Sonunda geçen yıl bahar başlarında batmıştı. Varını yoğunu satıp borçlarını ödedikten sonra iyice sofu olup şeyhin dergâhına kapılanmıştı.

      Sabahları erkenden şeyhin dergâhına gider, zikir yoksa da şeyhin işlerini yapar, akşam geç vakitte evine gelirdi. Eve geldikten sonra da bir kaşık katı kuru ne varsa yer, sarık bezinden yapılmış seccadesinin üstüne oturup kehribar tesbihini defalarca çekerek “vazife”lerini yerine getirir, sonra ta seher vaktine kadar hüngür hüngür ağlardı.

      Bir gün şeyhin dergâhında heyecanlı bir zikir oldu. Zikir merasimine başka şehirlerden de ateşli ilahiler okuyan hafızlar gelmişti. Dergâhın içerisi hınca hınç doldu. Sabah namazından sonra başlayan zikir yatsıya kadar ancak sona erdi. Birçok insan kendinden geçip yerlerde yuvarlandı. Cezbesi yüksek olup yanan sofulardan bir iki tanesi kendilerini havuza attılar. Kısacası o gün kıyamet günü oldu.

      Ertesi gün erkenden mihrabın önünde şeyh hazretleri oturuyordu. İki yanında üçer olmak üzere altı tane hafız vardı. On beş kadar da mürit içerdeydi…

      Şeyh, mübarek başını eğmiş, sessizliğe dalmıştı.

      Dışarıda kalabalık, bağırış çağırış… Biri koyun getirmiş, biri ekmek yüklenmiş, biri giyim kuşam…

      Semender Ağa dergâhtan çıktı. Gelen adakların hepsini gördü, gözden geçirdi.

      – Hey maşallah… Sultan Arif’in güzel yüzünü görün, diye gülümseyerek dergâhtan şeyh hazretlerinin kucak dolusu dualarını getiren sofu gülerek Semender Ağa’ya baktı ve kapıdan çıkmakta olan Semender Ağa’ya:

      – Ey ağam, adaklardan ne haber? diye sordu.

      – Bir şeyler oluyor sofu, dedi.

      Semender Ağa eve gelene kadar gönlündeki duygularla boğuştu. Kendisinin piri ve üstadı olan adama büyük, imkânı olsa başka müritlerin veremeyeceği bir şey vermek istiyordu. Yalnız, evde ona layık bir şey yoktu. Ona layık bir şeyler vardı ya hepsi borçlarının ödenmesine gitmişti. Çok düşündü lakin gönlü hiçbir şeyde karar kılmadı. “Eğer eski zamanlarım olsa ala sakar atımı verirdim…”

      İçi sıkıldı. Bir zamanlar var olan zenginliği, serveti aklına geldi. Ala sakar atı, rahvan doru atı, deve gibi boy bosuyla Rus yük atı… Üç faytonu, sulak arazileri…

      Neyi vereceğine karar veremedi. Başkalarının verdiği adakların, hediyelerin üstünde bir şey vermeyi düşünüyordu.

      Aklına birden bire zengin çocuğu Yoldaş geldi. “Yoldaş, on batman pirinç, bir tane iyi cins oğlak kapma yarışı kazanmış at, baştan ayağa giyim kuşam verdi…”

      Böyle hayallerle evine varıp içeri giriyordu ki hanımı durdurdu.

      – İçerde kadınlar var. Siz diğer odaya girin. Misafirlere pilav ve içecek hazırladım. Şimdi size de pilav alıp geliyorum.

      Semender Ağa, küçük tabaktaki pilavı tek başına oturup yemeye başladı. Pilavı yarılamıştı ki hanımı gelip karşısına oturdu:

      – İyi ki geldiniz