“Mirza boğan salatalık! Kütür kütür salatalık!” diye övüyorlardı.
Ağabeyim ve yanındakiler top karaağacın altına, semavercinin kilim serdiği yere gelip attan indiler. Yakıcı güneşin altında dikilmek eziyet verici olduğundan ben de tayımla beraber karaağacın altında bir yerde durdum. Etraftakiler bana ve tayıma bakıyorlardı. Ben utanıp sıkılarak tayımın yelesini tarıyorum. Etrafımdakiler kendi aralarında gürül gürül konuşuyorlar, sabırsızlıkla oğlak kapma yarışının başlamasını bekliyorlardı. Birisi, “Bugün oğlak kapma yarışları pek heyecan verici olmayacak” dese ikincisi, “Boş laf etme, bugün oğlak kapma yarışları çok heyecanlı geçecek çünkü usta biniciler Salim ile Murat geliyormuş…” diyordu. Yine bir başkası, “Evet, evet… Eğer Salim gelirse oğlak kapma yarışı kızışır…” dese başka biri de: “Salim’in atı Kazakistan atlarındandır. Kamçı istemez. ‘Heyt!’ dese yeter…” diyordu. Sonra adamın biri: “Onlar üç kişiydi. Bir tanesi iki yıldan beri görünmüyor. İşte öyle süvari bir daha bulunmaz…”, dediğinde ötekisi: “Yaşa! Yaşa! Ben de onu çoktandır görmüyorum. Şöyle topluca, yerden bitme bir delikanlıydı…” “Evet, evet! Babana rahmet. Sanki o delikanlı. Ne kadar soruşturduysam da bir daha kimseden haberini alamadım.”
O delikanlı üzerine epeyce tartışma oldu. Biri: “Ölüp gitmiştir…” dese ikincisi: “Yaşıyor!..” diye bağırıyordu. Yine başka birisi onlara karşı çıkıp: “At çiğnemiş. Hastanede ölmüş…” diyordu. Sofu kılıklı bir adam: “Birinin hakkında kötü söz söylemeyin…” demişti. Bir başkası: “Öldüyse ölmüştür. Bunda tartışacak ne var…” deyiverdi. Sonra başkası: “Boşuna oturuyoruz yahu…” diyerek güldü. Tekrar devam etti: “Sırası! Sırası!” Sonra bir gürültü ve tekrar: “Evet! Evet!” Sonra da: “Yok! Yok!”
Bir kişinin “İşte oğlak geldi!” diye bağırmasıyla birlikte herkes sessizliğe gömülüyor, oğlağa bakıyordu. Yine biraz sonra: “Oğlağı küçükmüş. İyi bir biniciye bir lokma bile olmaz…” “Şu iyi, şu!” diye tartışmalar da başlamıştı ki iki süvarinin at oynatıp girişi, herkesin sesini kesti. Yavaş yavaş: “Süvari Selim…”, “Süvari Murat…” diye fısıltılar gelmeye başladı.
– Karası Salim mi? Çiçek bozuğu olan…
– Salim’in bileği güçlü gibi…
Binicilerin birisi boz ata, ikincisi ala ata binmiş heybetli ve neşeli gençlerdi. Onlar geldikten sonra halk sabırsızlanmaya başladı:
– İşte şimdi gerçek bir oğlak kapma yarışı göreceksiniz! diyorlardı.
– Bugün kıyamet kopacak, diyerek baş sallıyorlardı.
– Murat’ın atına bak. Sanki kanadı var gibi.
– Boz atı mı diyorsun, doru atı mı?
– İkisine de başka at yetişemez. İkisi de asil…
– Kulakları dik at iyi koşar.
– İş kulakta değil, soyda…
– Yok, yok! Kişnemesinden belli. Ben deneyip gördüm.
– Kara at iyi koşar derler. Karası iyi, karası!
– Rahmetlik babam, at aldığında tırnağına dikkat ederdi. İş tırnakta…
Bahse giriyorlar, herkes yanındakiyle tartışıyordu. Ben de öyle düşünüyor; onların söylediği özellikleri kara sakar tayımda bulursam seviniyor; bulamazsam kederleniyordum. Mahallemizdeki arkadaşlarımdan Nurhan, Kekeme Haydar ve Sümüklü Şakir de atlarıyla yavaş yavaş geldiler. Biz dördümüz atlarımızı sıraya dizip ordan burdan konuşmaya başladık. Nurhan babasından ala yorga atını istediğinde ileri sürdüğü bahaneyi anlatıp gülüyordu. Kekeme Haydar, sarı atının yolda Sümüklü Şakir’in kısrağına bakıp kişnediğini anlatıp Şakir’le dalga geçiyordu. Hep birlikte gülüyoruz. Şakir ise burnunu çeke çeke: “Yerin dibine girdim. Bundan sonra kısrağa binmem.” diyor; kızarıp bozarıyordu. Atımın omuz kayışını çok beğenip fiyatını sorduklarında ben: “On beş tenge” dedim. Gümüş kamçımı da görsünler diye oynar gibi eyerin kaşına “tak tak” vurdum. Onlar: “O ne? O ne? Gümüş mü?” diyerek kamçıyı elimden alıp baktılar. Ben yavaşça başımı sallayıp kendimi bir tuhaf hissediyordum. Onların atlarına, benimkine; giyimlerine, giyimime bakıp kendimi onlardan epeyce yukarıda görüyordum. Kekeme Haydar, kesik kesik: “Gelin bir koşturalım.” dedi. Nurhan, razı olmadıysa da çekip aldılar. Onların arkasından Şakir de kısrağını koşturdu. Beklemek olmazdı. Onların arkasından tayıma bir kamçı vurdum, hayvan bir gayretle on adımda onları geride bıraktı. Biraz uzaklaştıktan sonra arkama baktım, hepsinin gözü bendeydi. Atımı tekrar sertçe mahmuzlayıp koşturdum. Açık arazinin bir kenarına varınca atımı durdurdum. Uzun süre sonra onlar atlarını yavaş yavaş sürerek yanıma geldiler. Burada atlarımızın koşması hakkında söyleştik. Nurhan, atının koşmamasına sebep olarak ağabeyinin terliyken su vermesini gösterdi. Kekeme Haydarsa esrarkeş İsan’ın oğluna söve söve:
– Pazara un almaya gittiğimizde özellikle tam başına kerpiç attı. O zamandan beri yüz bin kamçı vursan da hayvan kulaklarını kısıp ürkerek duruveriyor, dedi.
Haydar, benim sakar tayım için dedi ki:
– Senin atına hiçbir atın yavrusu yetişemez. Yemini filan kendin ver. Hizmetçiye güvenirsen atının düzenini bozar arkadaş. Demedi deme.
Burada uzun zaman ayaküstü sohbet ettikten sonra tekrar atlara bindik. Sonra onlardan uzaklaştım. Kalabalığa yaklaştıktan sonra “beni de tanısınlar…” diye sakar tayımı üst üste kamçıladım ki rüzgâr oldu, rüzgâr… Şimdi kalabalık bir bana bir de kara sakar tayıma gözlerini dikmişti. Bense “Şimdi beni tanıdınız işte!” diye dikilip tayımın yelesini kamçı sapıyla tarıyordum.
IV
Seyirciler arasında yine bir gürültü koptu: “İşte, oğlak kapma yarışına katılım ücretini topluyorlar!” “Oğlak kapma yarışı şimdi başlayacak!” “Murat süvari de kalktı!” “Salim kalpağını giydi!” “Kasap Ruzi oğlağı kesecek. Bıçağını biliyor…” “Beyzadeler de ayaklandılar.” “Salim, çapanını çıkaracak gibi…” “Hey maşallah süvariler!”
Arkadaşlarımla biz de oğlak kapma yarışının çabucak başlamasını bekliyoruz. Binicilerin kimi palto, çapan çıkarıyor; kimi atının kolanını çekip kontrol ediyor; kimi de oğlak kapma yarışına katılım ücretini veriyordu. Ağabeyim de kocaman sarığı ile kalın paltosunu bana verdi. Kendisi atını oynatarak ortaya çıktı.
Oğlak kapma yarışına girecek olanalar peş peşe ortaya çıkmaya başladılarsa da henüz oğlak ortaya gelmemişti. Bütün seyirciler sabırsızlanarak: “Bu saate kadar deve kesseler yetişirdi. Oğlağı soğutuyorlar mı?” diye söylenmeye başladılar.
Uzun süre sonra kesilen oğlağı kucağına alan yarışın yöneticisi Arif ve onun arkasından da namı yürümüş süvariler kalpaklarını eğrice giymiş, eyere yan oturmuş halde meydana girdiler. Seyirciler oğlağı görünce: “Hey mübarek hayvan, sen misin be!” diye tezahürat yaptılar.
Aradan biri:
– Oğlağın kanı iyice yıkandı mı? diye sordu.
Yarış yöneticisi Arif:
– İçiniz rahat olsun, dedi ve oğlağı yere bıraktı. Sonra kalabalığa yaklaştı:
– Dostlar! Çoluk çocuğu kenara alın. Atların ayakları-altında kalan olmasın. Siz de ihtiyatlı olun, güvenli bir yerde durun!