Muhammed Emin Töhliyev

Özbek Hikâye ve Kıssaları


Скачать книгу

küçük kız uyandı ve gözünü açmadan öğrendiği duayı okudu:

      – Ey Allah’ım. Annemin deydine deva bey…

1936

      MİRKERİM ASIM (1907–1984)

      Mirkerim Asım 1907 yılında Taşkent’te dünyaya geldi. 1918–1921 yılları arasında ilköğrenimini tamamlamış ve ardından 1921–1924 yılları arasında Nerimanov adındaki meslek okulunda eğitim görmüştür. Musa Taşmuhammed oğlu Aybek ve Hamil Yakubov ile bu meslek okulunda tanışmıştır. 1926 yılında ise Moskova devlet pedagoji enstitüsünün tarih ve iktisat fakültesinde okumuş ve 1930 yılında buradan mezun olmuştur. Daha sonraları Semerkand’da Öğretmen Hazırlama Kursu’nda görev yapmış, ardından 1932 yılında ise Özbekistan Eğitim Bakanlığına bağlı Pedagoji Araştırma Enstitüsü’nde çalışmıştır.

      Mirkerim Asım’ın başlıca yazdığı eserler, Estrabad, Ali Şir Nevai ve Derviş Ali, Sürgün, Nevai’nin Hısletleri, Uluğ-bek ve Nevai, Makedonskiy, Arab Halifeliği, İran Şahlarının Baskını, Moğol İstilasi, Otrar, Tomaris, Temür Melik, Aleksandr ve Spitamen, Mahler Ayım ve Hanpaşşa, Kervan Çanı, Elçiler, Zulmet İçre Nur (Nevaî), Ceyhun Üstünde Bulutlar (Berunî), İbni Sina Kıssası, Cebirin Doğuşu (El-Harezmî), Kırılan Setar (Meşrep).

      Mirkerim Asım ayrıca M. Şalahov’un Durgun Akardı Don, S. Baradin’in Yıldırım Beyazıt romanlarını ve L. G. Batn’ın Hayat Bostanı kıssası ve daha birçok eseri Özbekçeye çevirmiştir.

      Mirkerim Asım 1984 yılında Taşkent şehrinde vefat etmiştir. Vefatından sonra kendisinin verdiği büyük emeklerden ötürü 2002 yılında madalya ile mükâfatlandırılmıştır.

      Şırak

Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü

      Yazla birlikte Yeksert kenarındaki çöllerde otlar da susuzluktan kurumayabaşladı. Buralarda yaşayan Şek aşiretleri otu bol yaylalara göç etme telaşına düştüler. Yeni yerlere göçmek hayvancılıkla uğraşanlar için bir bayram gibiydi. Onlar, bahar mevsiminde yaşayıp alıştıkları yerleri bırakıp gitmeden önce birbirlerine misafir olurlardı. Şifalı otları yiyip semiren kısrakların sütünden yapılan keskin kımızları içip çakırkeyif olan delikanlılar kızlarla düğünlerde karşlıklı söz atışmaları yapar, hoşça vakit geçirirlerdi.

      Yalnız bu sefer insanların içi rahat değildi. Otlaklarda ne türkü sesleri ne de kızların keyifli gülüşleri işitilmiyordu.

      Yüksek bir yerde kurulan ak otağın etrafında eğnine tüysüz deriden palto, başlarına ucu incecik uzun kalpaklar giymiş silahlı muhafızlar bekliyordu.

      Otağın içinde Şek aşiretlerinin aksakalları meclis kurmuş oturuyorlardı. Sedirin üstüne atılan ayı derisi üstüne bağdaş kurup oturan Rustek, aksakallarına durumu anlatıyordu:

      – İran şahı Daryus Ceyhun ırmağını geçip, Soğdiya’yı ele geçirdi. İranlılar ülkeyi yağmalayıp erkekleri köle, kadınları cariye kılıyorlar. Şimdi sıra bize geldi. Habercilerimiz şahın bizim tarafa Ranasbat kumandasında büyük bir ordu göndermeyi düşündüğünü bildiriyorlar…

      Rustek, saçı ve sakalı ağarmış; biraz kamburlaşıp çökmüş, iri yapılı, yaşlı bir adamdı. O bir zamanlar geniş omuzlu, uzun boylu bir pehlivandı. Bire bir çarpışmalarda Şek soyunun düşmanlarından nice bahadırları yere sermiş, Soğdiya’da ve İran’da büyük ün kazanmıştı.

      Şimdi, Şeklerin ve Soğdiyalıların en şiddetli düşmanı olan İran şahı ve onun kötü niyetleri hakkında konuşurken öfkeden nefesi tıkanıyor; gözleri ateş saçıyordu. Ateşli sözlerle düşmanı def etmek için yapılması gerekenler hakkında aksakallarla fikir alışverişi yapıyordu.

      – Elinden hiçbir iş gelmeyen yaşlı erkekleri ve yaşlı kadınları, çocuklu kadınları, koyun ve at sürüleri ile uzak çöllere gönderirsek ve geri kalan kadın erkek herkesi silahlandırırsak; düşmanla kanımızın son damlasına kadar, diye söze başladı aşiretin aksakallarından Saksefer.

      O, yaklaşık olarak altmış yaşlarında olsa da gençler gibi yüzünün iki yanı da kıpkızıl, çalışkan ve zorluklara tahammülü olan bir insandı. Devam etti:

      – Savaşın yükünü çekmek namussuz yaşamaktan daha iyidir. Zalim İran şahına köle olmaktansa savaş meydanında ölmek daha iyidir…

      Rustek, onun uzun sözlerini sabırla dinleyip başını eğerek düşüncelere daldı.

      – Savaşta mertçe ölmek sözde kolaydır. Lakin düşmanı ezip yok etmek, ondan intikam almak zordur. Bizim mertlik gösterip adımızı yükseltmeyi değil; ülkemizin, insanımızın hürriyetini nasıl koruyacağımızı düşünmemiz gerekir, dedi heyecanlanan Saksefer’e bakarak.

      Aksakallar, dillerini yutmuş gibi seslerini çıkarmadan oturuyorlardı. Birçok ülkeyi ele geçiren, savaş meydanlarında çok tecrübe sahibi olan, iyi silahlarla donatılan İran ordusuyla vuruşmanın kolay olmadığını iyi biliyorlardı.

      İleri gelenler bu sıkıntılı durumu çözüme kavuşturmak için oturmuş kafa yorarlarken otağın kapısında nöbet tutan delikanlı Şırak adlı bir çobanın içeri girmek için izin istediğini söyledi.

      Rustek:

      – Şırak mı? O da kim?

      Saksefer:

      – Şırak bizim aşiretten. Bütün ömrü çobanlıkla geçti. Kendisi ileri görüşlü, bilgili, güzel destanlar okuyan yaşlı bir adamdır. Eskiden harabelerde akrep yakalayıp kendini soktururdu. Acı hissetmezdi. Anlattıklarına göre gençliğinde onu yılan sokmuş da otlardan yaptığı ilaçları sürüp iyileşmiş. O zamandan beri yılandan, akrepten korkmaz.

      – Madem öyle, çağırın ihtiyarı, buraya gelsin.

      Kapıdan altmış yaşını aşmış, çevik, dimdik duran yaşlı bir adam girerek içerdekileri saygıyla selamladı:

      – İzin verirseniz ben de aranıza katılıp fikrimi söylemek istiyorum. Hangi konuyu görüştüğünüzü biliyorum.

      – Otur, otur. Seni dinliyoruz, dedi Rustek.

      – İran şahının askerleri Seyhun ırmağının dibindeki kum tanelerinden de çok. Onları savaş meydanına çağırıp yenmek imkânsız. Öyle bir hile bulmamız gerek ki düşmanın ayakları tutmaz olsun. Yuvarlanıp ölüm uçurumuna düşsün.

      – Haydi söyle. Nasıl bir hile düşündün? diye sordu Rustek.

      – Bunu yalnız sana söylerim. Aksakallar otağı terk etsinler.

      Bu sözü işiten Rustek, yüzlerini buruşturan aksakallara baktı:

      – Ne diyorsun? Sen bu büyük adamlara güvenmiyor musun, diye sordu.

      – Güveniyorum. Onlar ülkemizin derdiyle dertlenen iyi insanlar. Ölseler bile düşmana sır vermezler. Amma onların yakın dostları, kardeşleri, oğulları, karıları var. Benim sözlerimi farkında olmadan onlara söylemeleri mümkün. Herkesin bildiği söz: Elin ağzı torba değil ki büzesin. Aksakallar beni affetsinler…

      Aşiret reisleri peş peşe yerlerinden kalkıp dışarı çıkmaya başladılar.

      Ak otağdan biraz ötede çöküp oturan göçebeler Şırak’ı iyi tanırlardı. Onun kopuz çalıp söylediği destanları çok dinlemişlerdi. Kendisinin de destanlarda övülen arslan yürekli adamlardan biri olduğunu bilirlerdi.

      Aradan bir süre geçtikten sonra Şırak otağdan çıktı. Onu gören göçebeler korkuyla yerlerinden kalktılar. Yaşlı çoban, kesilen iki kulağına