bulunduğu gerçek ve hayırlı olsun, âmin!” dedi.
Kasap böyle söyledi ve koyunun boğazına bıçağı çaldı. Börühan yine Rusça:
– Peki, ama neden? Ben et sevmem. Biz kuzu eti yemeyiz, dedi.
Yaşlı kadının avlusu ta gece yarısına kadar düğün evine döndü. Dağılma vakti gelince Abdumalik ağabeyini evine davet etti.
Avlu sessizliğe gömüldü. Kumru, ana oğul için avluda yer hazırladı. Yaşlı kadının oğluna dikilen gözlerine uyku girmedi. Börühan doyasıya içmişti. Ağzından “gurk gurk” içki kokusu geliyordu. Yaşlı kadın başörtüsünün ucuyla burnunu kapatmış oturuyordu. “Gerçekten bu adam benim oğlum mu” diye düşünüyordu kadın. Yaşlanmıştı, saçları dökülüp başının yarısı çıplak kalmıştı. Onun yüzünde çok içki içen adamlardaki gibi bir nursuzluk görülüyordu. Gözlerinin altı morarmış, dişleri tütünden dolayı kahverengi bir hal almıştı. O babasının yaşayıp göçtüğü evde, kendisini doğuran anasına, ciğerparelerine yabancı olmuş, kayıtsız yatıyordu.
Saadet kadın onu bebekliğinde aynen bu bahçede beşiğe belemiş sallıyordu. Üç yaşına girdiğinde bu bahçede bağrına alıp yatırmıştı. Börühan tostoparlak bir çocuk olmuştu. Onu nazardan korusun diye giysilerine muskalar ve nazar boncukları takardı. Gönüller sultanına adak adayıp saçını uzatmıştı. Altı yaşına girdiğinde karı koca Türkistan’a götürüp Yesevi türbesinin şeyhine adaklarını verip saçını kestirmişler, koyun kesip ziyafet vermişlerdi.
Börühan yattığı yerde bir tarafından diğer tarafına döndü. İşte… O sırada onun üstündeki bembeyaz çarşaf sıyrılıp omuzları, göğsü açıldı. Yaşlı kadın vücudunu akrepler sarmış gibi ürperdi. Kendini geriye attı.
Börühan’ın boynundaki zincirin ucunda haç parlıyordu. Yaşlı kadının gözleri yuvasından dışarı fırladı. Bir an şuurunu kaybetti. Deliler gibi sıçrayıp kalktı ve balkon tarafına çekildi.
Börühan, askerlik görevini bitirdikten sonra eve dönmemişti. Orman içindeki köyün kilisesinde çancının dul kızına gönlünü kaptırmıştı. Genç kadının babası “başka dinden kimseye kızımı vermem” diye tutturmuştu. Kız, Börühan’ı Hristiyan dinine davet etti. Sevgi ve aşkla gözü perdelenen Börühan, tereddüt etmeden razı oldu. Onu kilisede vaftiz ettiler. Sonra kilisenin papazı gelinle damada taç giydirip nikâh kıydı. İşte ondan sonra Börühan, karısı ve kaynanası ile her gün kiliseye gidip istavroz çıkardı. Kaynatası öldükten sonra onun yerine kilisenin çancısı oldu. Ne iş verirlerse yaptı. Fitili kısalan mumların ucunu makasla düzeltti. Yanıp bitenleri değiştirdi. 1970 yılının sonbaharında bir Müslüman evladı dinden çıktı..
“Ah, babacığı sağ olsaydı şu bahçede baltayla kesip öldürürdü ya.” Yaşlı kadın balkondan tarafa gerisin geri giderken böyle düşünüyordu. O balkona varamadan bayılıp düştü. Karagöz onun etrafında uluyarak dolanıyordu. Kumru’nun yattığı odanın kapısını tırmalayıp onu uyandırmak istedi. Kumru, uykusunu kaçıran köpeğe beddua ede ede avluya çıktı. Karagöz onu eteğinden tutup yaşlı kadının yattığı yere sürükledi. Kumru, annesinin baygın yattığını görüp korktu. Yaşlanıp yumruk kadarcık kalan annesini kucaklayıp balkona çıkardı. Başının altına yastık koyup su içirdi. Omuzlarını ovdu. Yaşlı kadın gözlerini açtı.
Daha ortalık aydınlanmadan Abdumalik gelip ağabeyini alıp gitti. Ona Taşkent’in bağımsızlıktan sonraki manzarasını göstermek istiyordu. Çarsu pazarından ağabeyinin çocuklarına hediyeler alacaktı.
Börühan için Özbekistan bağımsız olmuş, olmamış farkı yoktu. O başka ülkenin vatandaşı, başka inancın sığıntısı idi. Doğduğu yurda sevgi duygusunun onu terk etmesinin üzerinden yıllar geçmişti. Ana dili, çok eski zamanlarda unutulup giden Sümerce gibi nicelerinin arasında kalmıştı.
Yaşlı kadın sabahleyin hiçbirşey olmamış gibi kalktı. Kumru baktı ki annesinin kara kalan saçları da bir gecede ağarmış, yüzündeki kırışıklar iyice çoğalmıştı.
Kumru annesinin neden böyle olduğunu biliyordu. Ağabeyinin ortalık aydınlanmadan bir müddet önce avlunun kenarındaki cevizin altındaki duvara bakarak istavroz çıkardığını görünce şaşkınlıktan dili tutulmuştu. Kadınlar genellikle karıştırmayı seven insanlardır. Ağabeyi Abdumalik’le birlikte avludan çıkıp gidince içerdeki odada bulunan bavulunu karıştırtırdı. O zaman sarı kadifeye sarılı bir şey dikkatini çekti. Eline alıp inceledi. “Kutuya konan bu nesne tabanca mı acaba” diyerek kadife örtüsünü çıkarıp baktı. Hristiyanların mukaddes kitabı İncil’di. Onu tutan elleri yanmış gibi tekrar kadife örtüsüne sarıp bıraktı.
Yaşlı kadın sabah namazını kılıp her secdeye baş koyduğunda gözlerindan yaş akıyordu. Seccadenin bir köşesini toplayıp kocasının ruhu için Kur’an okudu. Bahtı açılmayan Kumru’ya bağışlayarak, “Şu meleğin yolunu aç” diye Allah’a yalvarıp yakardı. Kaybolup şimdi evinde olan oğlunun adını ağzına bile almadı.
Saadet ana bu oğlunun doğum sancılarını çekerken güneş ortalığı aydınlatıyordu ve yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Pencereden avluya bakan ebe kadın: “Kurt doğuruyor” demişti. Bu sebeple oğluna Börühan diye ad koymuşlardı. Aradan elli bir yıl geçtikten sonra “bu çocuğu ben değil kurt doğurmuş” diye aklından geçirdi.
– Anne, sıkıldın mı? Abdumalik’in otomobili geldi. Oğlunuz gitmek üzere.
– Sen çık, ben burada kalacağım, dedi yaşlı kadın.
– Ağabeyim akşam trene binecek. Vedalaşmayacak mısın?
– Kendisi geldi, kendisi gitsin. Araba gelince bavulunu koy. Bir daha bu eve gelmesin, dedi yaşlı kadın kesin bir dille.
– Anacığım benim, kahrınız çok sert! Bugün gidecek. Tekrar görür müyüz, görmez miyiz? Oğlum, yavrum diyerek yolcu etseniz ne olur ki, dedi Kumru zorlanarak.
– Bu çocuğu ben doğurmadım, kurt doğurmuş… Bir kere bile “babam nerde” diye sormadı ya. Ne kadar iyi bir babaydı rahmetli.
Sokaktan arabanın sesi geldi. Karagöz, ok gibi atılıp çıktı. Biraz sonra yaşlı kadının torunu Abdunabi’nin etrafında dolanarak geldi.
– Ey, hala giyinmemiş oturuyor musunuz? Evimiz hısım akrabalarla dolup taştı. Babamın arkadaşları da gelmişler. Hadi, hazırlanın.
– Ben gitmeyeceğim, Kumru gidecek. Kahrolası bavulunu da alıp gidin, dedi yaşlı kadın.
– Ey, çok tuhaf oldu. Amcam bugün gidecek ya.
– Sen git evladım. Benimle oturmaktan usandın. Ciğerlerin biraz açılsın, gelirsin, dedi Kumru’ya.
Araba gitti. Yaşlı kadın bomboş avluda tek başına kaldı. Göğsünde sanki nereden geldiği bilinmeyen bir parça buz akşamdan beri erimiyor, vücudunu tir tir titretiyordu. Eve girip bir bohçayla çıktı. Bohçadaki Börühan’ın çocukluğunda giydiği elbiselere baktı. Yaşlı kadın eskiden bu elbiseleri koklayıp ağlardı. Şimdi göğsündeki buz onun ağlamasına engel oldu. Avlunun ortasında kibrit çaktı… Gürül gürül yanan ateşe Börühan’ın giysilerini birer birer atmaya başladı. Ateşte Börühan’ın çocukluğu yanıyordu. Karagöz, ateşin etrafında dolanıyor, bazen alevlerin hararetine dayanamayıp uzaklaşıyordu. Bir bohça giysi bir anda kül oldu. Rüzgâr küllerini dört tarafa savurdu.
Kumru bir şeyler hisset hissetmiş olmalı ki sokağın başına varmadan otomobilden indi. Eve geldiğinde annesi elini çenesine dayamış, kımıldamadan oturuyordu. Karagöz de onun hayallerine