Muhammed Emin Töhliyev

Özbek Hikâye ve Kıssaları


Скачать книгу

yatağa uzanıp yatan, mışıl mışıl uyuyan dört yaşındaki Erkin, her zaman böyle güneş yüzüne vurmadan uyanmazdı.

      Ama bugün tan yeri ağarmadan korkuyla uyandı. Anneciğinin yattığı yanındaki karyolaya heyecanla elini uzattı. Annesi yerinde yoktu… Sürünerek gidip annesini kucaklamak istedi. Bulamadı. Karyola boştu. Erkin’in küçücük yüreği ürperdi. Sıkıntı bastı. Evet, anneciği yoktu… O ölmüştü!

      Erkin şaşkın şaşkın o yana bu yana bakındı. Aşağıda, yorganın üstüne ninesi uzanmış, uyuyordu. Sessizce atlas yorgana, bomboş karyolaya gözlerini dikti. Annesi bu karyolada, ayaklarını aşağı uzatarak oturup dizlerine aldığı Erkin’i bağrına basardı. Tekrar tekrar öperdi. Erkin, onun boynundaki altın zincirle oynar, yüzünü annesinin bağrına basar, garip sesler çıkarır, maskaralıklar yapardı. Anneciğini daha şimdiden özlemişti. Ne yapacaktı? Anneciğini görmese olmazdı. Boğazı düğümlendi, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Tekrar somurttu. Yine ağlamaya başlayıp elleriyle gözlerini ovuşturdu. Kendini bu dünyada yapayalnız hissetti.

      Şimdi kendini annesinin bağrına atma, onun dizlerine başını, yüzünü sürüp oynama isteği duyuyordu. Ama annesi nerde? Nereye gitti? Ne zaman geri döner? Kendisini bu kadar özletmeseydi… Annesi hasta olup, bu karyolada yattığında onun başını okşarken söyledikleri birden aklına geldi: “Erkinciğim, beni özlediğinde mezarıma çiçek bırak. Ben de seni görmek isterim. Ben de seni özlerim… Mezarıma çiçek koyduğunda seni görmüş gibi olurum… Büyüyüp kocaman bir delikanlı olacak, evleneceksin elbette. Evlendiğinde hanımınla gel. Ben hanımını da görmeyi çok isterim. Anladın mı?” Erkin o zaman başını sallayıp anladığını bildirmişti.

      Neden onun annesi öldü? Ölmese ne yapardı şimdi? Nasıl hasta olan biri ölüp gidiyor? Başkaları da hasta oluyor ya… Neden annesi böyle oldu? Bu doğru değil… O çok iyi bir anneydi. Kimseyle kavga etmemişti. Kimseyi üzmemişti. Bu kadar iyi olan anneciği neden ölürdü. Erkin, bu olanları anlayamıyordu. Anneciği olmadan bu dünyada yaşamasının ne gereği vardı? Erkin çok üzgündü. Onun küçücük yüreği viran olmuş, dert dolu dünyası kararmıştı.

      Karyolada tek başına hareketsiz oturan küçük Erkin ağlamak istiyordu. O yine de kendini tuttu. Annesi öyle her şeye zır zır ağlayan çocukları sevmezdi. O şimdi anneciğinin bağrına atılıp sevilmeyi özlüyordu. Ama nerde o annesi? Süslü karyola ve halılar, duvardaki süslü lambalar, kristal avizeler gözüne çok kötü görünüyordu. Onun canı hiçbir şey görmek istemiyordu. Ona hiçbir şey gerekmiyordu. Ona yalnız annesi gerekliydi.

      Küçük Erkin başını eğip karyolada sessizce oturuyordu. Duvarda annesinin babasıyla birlikte çektirdiği fotoğrafa baktı. Ona bu resim de gerekli değildi. Ona anneciği gerek… Erkin elinde olmadan derin derin iç çekti. Her taraf sessiz, pencerelerde karanlık…

      Henüz yirmi yedi yaşına girmemiş olan Rânâ, –adına yakışır bir güzelliğe sahip bir genç kadındı– ağır bir hastalığa yakalanıp ameliyat olmuştu. Bu adı batası derdin vücudunda nasıl ortaya çıktığını kendisi de fark etmemişti.

      Sancılardan sonra ikinci kez ameliyat masasına yattı. Bütün bunlar üç dört ay içinde oldu. Sonunda o, evinde yatmak istediğini söyledi. Doktorlar da bunu uygun gördüler. Sonraki günlerde ona yalnız ağrı kesici iğneler yapıldı. O, gün boyu kaderine razı olmuş durumda karyolasında yatıyordu. Bazı günlerde yastığının altındaki küçük defterine bir şeyler yazardı. O kadar güzel bir kadın olan Rânâ, zayıflayıp solmuştu. O göğüs, o bel nerde… Atlas örtü üstünde pırıl pırıl parlayan, gören gözleri adeta yakan tavırlar nerde kalmıştı? Beline inen uzun saçları, badem gözleri, gülen dudakları, kanat açmış kırlangıç gibi kaşlar nerede kaldı? O, sallanan karyolasında yatıyordu. Ne kadar emsalsiz bir güzelliğe sahip olsa da güzelliğin gelip geçici olduğunu ancak anlamıştı. Ufak bir diş ağrısında doktor üstüne doktor çağırtan Rânâ, şimdi amansız bir hastalığın kollarında kaderine razı olmuş, yattığı yerde ölümü bekliyordu. Onun bu ruh halini fark eden kocası, anne babaları, yanına geldiklerinde âhlarını, pişmanlıklarını belli etmeseler de dışarıda için için üzülüp ağlaşırlardı. Bu kadar güzel kızları ölüp gidiverecek miydi? “İmdat!” diye bağırmak gelirdi içlerinden. Rânâ’nın ölüm karşısındaki cesareti yetmiş seksen yaşına girenleri bile düşündürüyordu. Yoksa insan ölümün kucağına düşüp kurtulmak için çaresi kalmayınca böyle kahraman olup çıkar mıydı? Bu herkes için geçerli miydi?

      İçki içenlerin değil, sigara tüttürenlerin değil, yiyecek yemek bulamayanların değil, üstüne başına giyecek bir şeyi olmayanların değil; hiç bir eksiği olmayan, tertemiz bir ortamda yaşayan Rânâ’nın böbrek hastalığı denen bu devasız derde düşmesine herkes şaşırıyordu. Bu nasıl hastalıktı. Doktorların söylediği her zararlı şeyden Rânâ kaçardı. O büyük hekimler gibi düşünen sağlıklı bir insandı. Kadere bakın ki bu hastalık şu gülü yakalmış, güz yaprakları gibi soldurmuştu.

      Dışarıda tan yeri ağarmış, yavaş yavaş ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Erkin, bu sırada ayvanda yürürken ocakta süt pişirip gelen annesi birdenbire karşısına çıkıvermiş gibi durakladı. Annesinin “Erkinim, canım oğlum. Otur. Şu sütü iç!” diye sesi kulağına çalınır gibi oldu. O şaşırıp bakakaldı. Herkes uyuyordu, yalnız o uyanıktı. Şimdi görünür gibi olan annesini bekledi. Lakin annesi mutfakta da, avluda da, ayvanda da yoktu. Sonra merdivenin basamaklarından inip çiçek bahçesine indi. Avlunun ortasındaki çiçeklerin en güzellerinden iki tanesini kopardı. Sokak kapısına doğru yürüdü. Onun çıktığını kimse fark edememişti. Farkında olmadan, bir ayağına ayakkabısını, diğerine terliklerinden birini giymişti. Annesinin her zaman giydirdiği takım elbisesinin gömleğini giymişti. Yaka düğmelerini de iliklemediğinin farkında değildi. Doppısını da arayıp vakit kaybetmek istememişti. Bu kıyafetiyle iki çiçeği eline alıp annesinin yanına doğru yola çıktı. Ne kıyafetinin, ne ayakkabılarının farkındaydı. Yüzünü bile yıkamamıştı. Gözü hiçbir şeyi görmüyordu. Yalnız anneciğini görmek istiyordu. Başka bir şeye gerek yoktu.

      Erkin, sessiz sokaktan ana caddeye çıktı. Asfalt kaplanmış kaldırımda yürümeye başladı. Elinde iki çiçek, annesine gidiyordu. O gün, kocaman bir arabayla annesini götürdüklerinde bu caddelerden geçmiş; tramvay ve troleybüslerin geçtiği ana caddelerden gitmişlerdi. O sanki bu yolların hepsini biliyormuş gibi sabahın köründe asfalt yolun kenarından yürüyordu. Ana caddeye çıkıncaya kadar onu kimse görmedi. Yalnız köşedeki kavakların altında iki yavru köpeğin koştuğunu gördü. Onların dostu olduğunu biliyordu. Ana caddede süpürgesini omuzlayıp giden adamı da gördü. Bu adamı tanımadı. Ondan sonra hızla bir araba geçti. Tramvay da geçti. Erkin bir süre onlara baktıktan sonra yoluna devam etti. Yorulduğu halde buna aldırış etmeden ilerlemeye çalışıyordu. Bir ayağında terlik olduğundan hızlı gitmekte zorlanıyordu. Terliği bazen ayağından düşüyordu. Aslında ayakkabı ve terliğin ikisini de çıkarsa olacaktı.

      Tramvay yolundan karşıya geçti. Büyük bir bahçeyle su dolu bir havuzun yanına geldiğinde ortalık aydınlanmaya, kaldırımlardaki insanlar çoğalmaya başlamıştı. Arabalar da vızır vızır geçmeye başladı. Elinde çiçekle gömleğinin yakası düğmelenmemiş, başı açık çocuğu görenler şaşkın şaşkın bakıp gülerek geçiyorlardı. Elinde çantasıyla güçlükle yürüyen bir kadın bir an durup gözleriyle Erkin’i takip etti. Sonra omuzlarını oynatıp yoluna devam etti… Erkin, büyük köprüyü geçerken arkasından gelen ve elinde dosya olan gözlüklü bir adam yanına yaklaşıp sordu:

      – Oğlum, ne tarafa gidiyorsun?

      Erkin adama önem vermez gibi baktı,