Muhammed Emin Töhliyev

Özbek Hikâye ve Kıssaları


Скачать книгу

olurdu. O başı dimdik, elindeki iki çiçeği sımsıkı tutarak yürüyüp gitti.

      – Ey çocuk! Buraya gel! Sana çiçek vereceğim.

      – Bana çiçek gerekmez, dedi Erkin büyükler gibi. Elindeki çiçekleri ihtiyara gösterdi.

      – Benim çiçeklerim daha iyi. Şunu da al, öyle git.

      Erkin kenara çekilip durup düşündü. Yaşlı adamın çiçekleri daha iyiyse onu da alması gerekiyordu. Anneciğine en güzel çiçeklerden götürmesi gerekirdi. Erkin, geri dönüp yaşlı bahçıvanın yanına geldi.

      – Al evladım.

      Yaşlı adam Erkin’e gerçekten dört tane güzel “başkan” gülü verdi. İkisi kırmızı, ikisi beyazdı. Yaşlı adam Erkin’i tepeden tırnağa süzüp tekrar sordu:

      – Sabah bu kadar erken saatte nereye gidiyorsun yavrucuğum?

      – Anneciğimin yanına.

      – Anneciğin nerede?

      – Öldü…

      – Demek öyle…

      Yaşlı adam dua edip ellerini yüzüne sürdü. Bu çocuğun annesini aradığını, özlediğini, ne yapacağını bilmez halde yola düştüğünü anladı. “Acaba biraz delişmen mi?” diye de aklından geçirdi. Onun özlem ateşiyle yanıp tutuştuğunu hissetti. Şu kadarcık çocuğun kendini kaybedip yollara düştüğünü nasıl hiç kimsesi fark etmemişti…

      – Oğlum, orası uzakta… Şimdi evine dön. Yarın babanla birlikte gidersin.

      Erkin başını iki yana salladı.

      – Yolunuzu kaybedersiniz evladım, diye yaşlı adam ona “siz” diyerek saygıyla konuşmaya başladı.

      – Anneciğimin yanına gideceğim!

      – Hayır, geri dönün!

      Yaşlı adamın kendini yakalamasından korkan ve kuş gibi uçmaya hazırlanan Erkin, birden koşmaya başladı ve kalabalığın arasına karıştı, yoluna devam etti. Kalabalığın arasında kimse bir ayağına ayakkabı, bir ayağına terlik giymiş ufaklığı fark edemedi. Büyük havuzun ve fıskiyeden göğe doğru fırlayan suların yanına geldi. Meydandaki güvercinler bir an ilgisini çekti. Onlara bakarken aklına yine anneciği geldi. Çiçeklerini eline alıp kalabalığa karıştı. Annesinin sesini işitir gibi oldu. O yana, bu yana bakınıp yola devam etti. Bir süre sonra yol kenarındaki dükkânların vitrinlerindeki süt şişeleri dikkatini çekti. Süt içme isteği hissederek yutkundu. Markete girip gözlerini süt ve peynir satan beyaz önlüklü, şişmanca, o yana bu yana hızla yürümeye çalışan kadına dikti. Kadın hiç boş durmuyor; kasa fişi getirenlere süt, peynir ve kefir veriyordu. Şişmanca kadının da gözü Erkin’e takıldı. “Annesiyle gelip burada kaybolan bir çocuk… “diye düşündü.

      – Hey çocuk! Burda ne yapıyorsun?

      Erkin cevap vermedi. Gözünü süt şişeleri ve peynirden ayıramıyordu. Satıcı kadın dağınık giyimli, tir tir titreyen tombul çocuğu tepeden tırnağa inceledi:

      – Annenle mi geldin, babanla mı? Onları mı kaybettin?

      Erkin başını iki yana sallayarak:

      – Ne yapacaksın?

      Satıcı kadın, beyaz çöreğin üstüne iki dilim peynir koyarak Erkin’e uzattı. Yarım bardak da süt verdi. Erkin bardağı alıp sütü içiti ve çörekle peyniri yiye yiye gitti. Çok memnun halde, beyaz önlüklü kadına glümseyerek marketten çıktı. Ağzında çöreği çiğneye çiğneye yoluna devam etti. Yine bir köprüden, tramvay ve troleybüslerin geçtiği bir kavşaktan geçerek geniş asfalt bir yolda yürümeye başladı.

      Karnı doymuştu ama ayakları yorgunluktan birbirine dolaşmaya başladı. Kaldırım kenarındaki banklardan birine oturup biraz dinlenmek istedi. Oturup arkasına yaslandı. Ana caddeden vızır vızır geçen arabaları, kaldırımda yürüyen insanları seyretti.

      Bir süre sonra başı bir tarafa eğildi. Uyuyup kaldı. O çok yorgundu. Arabaların gürültüsünü işitmiyor, elindeki çiçekleri sıkıca tutmuş, uyuyordu. Biraz sonra evindeki yatağında yatar gibi ayaklarını uzatıp banka uzandı. Yolcular elinde çiçeklerle yatıp uyuyan çocuğa bakıyor, kimi gülümsüyor, kimi de üzülüyordu. “Belki zavallı çocuk yorgunluktan güçsüz kalmıştır.” “Güçsüz kalsa böyle mışıl mışıl uyumazdı.” Yakınlarda bulunan palabıyık polis memuru da çocuğun yattığı bankın yanına gelip baktı. Çocuğu uyandırmaya kıyamadı. Bankın bir ucuna oturdu. Ondan gözünü ayırmıyor, onu korumak için bekler gibi oturuyordu. Bir ekskavatörün yerleri titreterek geçişi Erkin’i uyandırdı.

      Erkin, gözlerini açtığında başucunda polisin durduğunu gördü. Utanarak başını kaldırdı.

      – Evet, oğlum. Yolunu mu şaşırdın? Kimin oğlusun?

      Erkin, ne cevap vereceğini bilemeyip sessizce duruyordu.

      – Evine götüreyim mi? Evin ne tarafta?

      – Şu tarafta, dedi Erkin ana caddenin diğer tarafını işaret ederek.

      – Yürü, seni götüreyim.

      – Hayır! Ben anneciğimin yanına gideceğim.

      – Annen nerede?

      – Öldü.

      Polis memuru, düşünceli gözlerle çocuğa baktı. Çocuğun annesini özleyip evinden çıktığını anladı. “Şimdi ne yapmak gerek?” diye düşünürken dudağını ısırdı. Erkine dedi ki:

      – Haydi, gidelim. Ben de o tarafa gidiyordum. Seni de götüreyim. Benim de senin kadar oğlum var.

      Beş dakika kadar yürüdüler. Polis müdürlüğüne geldiler.

      Erkin buradan da kuyruğunu kıstırıp kaçmak istedi ama beceremedi. Onu nöbetçi polisin yanındaki sandalyeye oturttular. Yarım saat ancak geçmişti ki babası arabayı kapıda bırakıp hızla içeri girdi. Oğlunu görünce kollarını açıp onu kucakladı. Gözleri yaşla dolmuştu.

      – Oğlum benim, dedi.

      Erkin de ağlamaklı bakışlarla acele edelim der gibi:

      – Babacığım. Anneciğimin yanına gidelim.

      – Olur oğlum. Gideriz, dedi ve oğlunu tekrar tekrar kucakladıktan sonra biraz da utanarak polislere döndü:

      – Sabah erken saatlerde havaalanına misafir karşılamaya gitmiştim. Babaannesiyle kalmıştı. Yakın zamanda başımızdan talihsiz işler geçti… Özür dilerim, diyerek çıktı.

      Arabalarıyla eve geldiler. Evde telaştan dokuz doğuran babaanneyi sakinleştirdiler. Baba, Erkin’e de biraz teselli verdi. Biraz sonra annesinin yanına götüreceğini söyledi.

      Erkin, babasının sözünü dinledi. Annesinin yanına gitmek üzere yeniden hazırlık yaptı. Elini, yüzünü yıkadı. Yeni kıyafetlerini, ayakkabılarını giydi. Karnını doyurdu. Kapıda duran arabaya herkesten önce bindi. Onun yaptıklarını dikkatle takip eden babasının gözleri yaşardı. “Küçücük bir çocuk için annenin ölümünden ağır büyük talihsizlik yok” diye kendi kendine söylendi.

      Bir saat sonra avludaki çiçeklerden yeniden çiçek kesip kocaman bir buket yaptılar. Araba mezarlığa doğru yol aldı.

      Henüz mermer mezartaşı konulmamış, etrafı parmaklıkla çevrilmemiş, üzerine atılan toprağı kazmayla düzeltilmiş olan yeni bir mezarın yanına vardılar. Baba, oğul başlarını eğdiler. Çiçekleri mezarın üstüne koydular.

      Erkin babasının yanındaki mezara bakıp duruyordu. Hani, onun