Muhammed Emin Töhliyev

Özbek Hikâye ve Kıssaları


Скачать книгу

bağcılıkla uğraşan Soğd halkına baş eğdiren İran şahı, Yeksert suyunun sol kıyısındaki göçebelerin üzerine yürümeden önce istirahat ediyordu. Yedi kat tuğla duvarla çevrili bahçenin ortasındaki yüksek kameriyede kendi kurmaylarıyla şarap içiyor, tatlı tatlı sohbet edip oturuyordu.

      Görevlilerden biri kameriyenin yanına gelip selam verdi ve kulaksız, burunsuz tuhaf bir ihtiyarın huzuruna girmek için izin istediğini bildirdi. Dara sorular sorup gelen adamın Şek aşiretinden olduğunu öğrenince:

      – Tamam, gelsin, dedi.

      İki silahlı muhafız refakatinde gelen Şırak, şahtan on beş adım ötede durdu. Yeri öptü ve kalkıp saygıyla beklemeye başladı.

      Dara, uzun boylu, kıvrık uçlu bir burnu olan, yakışıklı bir adamdı. Onun sakalı balta gibi, göğsüne kadar inmiş ve düzgünce taranmıştı. Üstündeki eşi benzeri olmayan altın işlemeli kaftanı parlıyor, elindeki asasına yerleştirilen kıymetli mücevherlerse karanlık gecedeki yıldızlar gibi ışıldıyordu. Taş bebekler gibi duran iki görevli onu ağır ağır salladıkları yelpazelerle serinletiyorlardı.

      Dara, keman kaşlarını çatıp yüksek sesle:

      – Ey adam! Sen kimsin? Adın ne ve hangi soydansın? diye sordu.

      – Adım Şırak. Şek soyundanım, diye cevap verdi yaşlı adam.

      – Niçin gelip benim keyfimi bozdun? Maksadın nedir?

      – Maksadım birlik ve gayret kuşağını belime bağlayıp siz şahlar şahına hizmet etmektir. Siz efendimiz hakkında iyi düşüncelere sahip olduğum için kendi akrabalarımdan çok sert zulüm gördüm. Ben onlara: “İran şahı ile savaşırız diye boşa kürek çekmeyin. Sizi bir hamlede yerle bir eder. İyisi mi itaat kemerini bağlayıp gidin. O mübarek adamın eteğini öpün.” dedim. Bu söylediklerimi haber alan hükümdarımız Rustek çok öfkelendi. Benim burnumu ve kulaklarımı kestirdi. Şimdi ben sizin yardımlarınızla ondan öcümü almak istiyorum. Yüksek müsaadeleriniz olursa yenilmez ordunuzu yalnız sürü otlatan çobanların bildiği keçi yollarından Şek askerlerinin arkasına dolaştırayım. O zaman onları kılıçtan geçirmek zor olmayacak…”

      Şırak’ın sözlerini dinleyen Dara düşüncelere daldı. Eğer savaşçı Şek aşiretleri bu yolla perişan edilirse Ceyhun ırmağı ile Yeksert arasındaki verimli yerleri ele geçiren İran askerlerinin güvenliği sağlanmış olacaktı. Lakin bu yaşlı çobanı bir denemek gerekiyordu. Şırak, şahın kendisine güvensiz gözlerle baktığını anlayıp sözlerinin doğruluğunu ispat etmeye çalıştı:

      – Burnumun ve kulaklarımın yakın zamanda kesildiğini görüyorsunuz. Bizimkiler kendi soydaşlarına boş yere böyle işkence etmezler.

      Şırak, düşünüp planladığı bütün delilleri ortaya koyup uzun uzun anlattı. Kendisinin İran şahına olan bağlılığını, Şeklere düşmanlığını ispat etmeye çalıştı. Sözün sonunda güneş tanrısı üzerine and içti.

      Dara, kumandanlarıyla fikir alışverişi yaptıktan sonra Şekler üzerine ordu göndermeye ve Şırak’ı ise kılavuz olarak görevlendirmeye karar verdi.

      İran askerleri kılavuzun tavsiyesi ile yedi günlük su, yiyecek içecek ve hayvanlarına yem ve saman alarak yola çıktılar. Irmağın sağ kıyısındaki kumlu topraklardan geçip Şekleri arkadan çevirip saldırmak üzere hareket ettiler.

      İlk günler yol pek sıkıntılı değildi. Bozkırın otları artık kuruyup gitmiş olsa da ara sıra önlerine pınarların etrafında yemyeşil otlaklar çıkıyordu. Gide gide bozkırdan çöle çıktılar. Adamların ve atların su sıkıntısı arttı. Masallardaki atların nalları gibi oyulmuş kum tepelerini aşmak veya etrafını dolaşmak kulay değildi.

      Kan ter içinde kalan ayaklarını kumdan güçlükler çıkarabiliyor, başlarını aşağıya salmışlar, adımlarını tek tek atıyorlardı. Bozkırın acımasız güneşi kötü niyetle yola çıkan bu silahlı adamların başlarına alev saçıyor, içlerini kavuruyor, susuzluktan dudaklarını kurutup çatlatıyor, kumların üstünde yükselen kaynar hava ciğerlerini yakıyordu.

      Birlik kumandanları dermansız kalmışlar, Şırak’tan Şeklerin ordusunun bulunduğu yere ne kadar mesafe kaldığını sormaya başlamışlardı. O da hedefe yaklaştıklarını ve iki gün daha yürümeleri gerektiğini söyleyerek kumandanları sakinleştiriyordu. Böylesine sıkıntılarla dolu seferin yedinci gününde de Şeklerden hiçbir ize rastlayamadılar. Her taraf çöl, susuz yerlerdi. Adam yürüse ayağı, kuş uçsa kanadı yanardı. Su, yiyecek, yem, saman tükenmişti. Zayıf düşen atlar yeri eşeleyip su arıyordu. Çatlayan dudakları şişmiş adamlar bir yudum su için bir yıllık ömürlerini feda etmeye hazırdı…

      Şırak’ı aralarına aldılar: “Önümüze düştün, bizi nereye getirdin, aptal!” diye sıkıştırdılar. Kumandanlardan biri Şırak’ı yakasından silkeledi ve hakaret etmeye başladı. Şırak yakasını onun elinden kurtarıp yün kalpağını başından çıkardı. Geniş ve kırış kırış olan alnındaki teri sildi. Çatlayan dudakları alaylı bir tebessümle aydınlandı. Çekik gözlerinde bir bir ateş parladı. Etrafını saran öfkeli yüzlere gururla baktı. Kalpağını yere atıp kahkahalarla güldü:

      – Ben yendim! Dara’nın ordusunu tek başıma yendim, diye bağırdı ve devam etti:

      – Sizi aldattım. Çölün tam ortasına getirdim.

      Eliyle doğuyu ve batıyı gösterdi:

      – Bu taraf tam yedi günlük yol. Bu taraf da… İstediğiniz tarafa gidin. Benim mezarım şurada, diyerek ayaklarının bastığı yeri gösterdi.

      Muradına ermek için mukaddes kabul ettiği ateş ve su tanrısına şükürler ederek bir dua okudu. O, gerçekten ülkesini kölelikten kurtarmak için canından vazgeçmişti. Kötü düşmanı hile tuzağına düşürmek için türlü türlü işkencelere katlanmıştı. İşte şimdi arzuladığı sonuca ulaşmış, düşman askerinin kılavuzu olup onları yok oluş uçurumunun kenarına getirmişti. Şimdi düşmanın yapabileceği hiçbir şey yoktu.

      O, Rustek’in huzuruna çıktığında şöyle demişti:

      – Eğer benim çoluk çocuğumu, torunlarımı unutmazsan tatlı canımdan vazgeçip yurdumun başına gelen belayı def ederim. Düşmanı def etmek için bir hile düşündüm. Ömrümün sonuna gelmişim. Artık bu dünyadan gitmem gerek. Ben yurdum için tatlı ecel şerbetini içmeye karar verdim. Beni iyi dinle…

      Hükümdar onun sözlerini sonuna kadar dinleyip fikrini akıllıca bulmuştu. Sonra yanındaki keskin bıçağıyla kendi burnunu ve kulağını kesip güya kendi yurduna hıyanet etmiş biri olarak düşmanın arasına girmişti.

      Öfkeden gözleri belermişti. İran askerleri, yüzü kırış kırış olup iyice çirkinleşen Şırak’ı aralarına alıp dövmeye başladılar. Kumandan Ranasbat dayak yemekten pestile dönmüş Şırak’ı onların elinden kurtarıp kenara çekti. Su içirdi. Sonra çadırına alıp onu iyilikle yola getirmek istedi. İranlı kumandan artık Şeklerin üzerine yürüyüp onları mahvetme hayalinden vazgeçmiş, yalnız ordusunu yok olmaktan kurtarmayı düşünüyordu.

      – Eğer sen bozkırdaki kuyuları ve çeşmeleri bize gösterirsen seni affedip Soğdiyana’daki köylerden birini sana bağışlarız.

      – Yurdumun düşmanlarına yardım etmek için uzanacak elimi kesip atarım daha iyi, dedi o sözü kısa keserek…

      Yok olmanın eşiğindeki İranlılar düştükleri acı duruma dayanamayıp fedâkâr çobanı parça parça edip öldürdüler.

      SAİD AHMED (1920-2007)

      Özbek