çatısı üzerinden yavaşça geçip ninemin yakınına geldiğinde hapşırmış. Ninem ise yastığını kucaklayıp dilinin altındaki ağızotunun verdiği keyifle hayallere dalmış yatıyordu. Ninem ağzındakini tükürüp çatıya bakarak:
– Hırsız yavrum, hırsız yavrucuğum! Belki bir şey derdinde, geçimini sağlamak için bu işi yapıyorsundur. Hastalığın geçtikten sonra bu işi yapsan olmaz mı?
Hırsız yukarıdan:
– Ya nine, siz de bir gece olsun dinlenip uyusanıza! Bizim gibiler de bir gün olsun rahat çalışırdık!
Ben konuşmanın burasında uyanmışım galiba. İşittiklerimi olduğu gibi yazacağım:
– Gözünü sevdiğim hırsız yavrum, başımda bu kadar musibet varken, gözüme uyku girer mi? İşte altı aydır bir saat bile uyuduğum yok. Gündüzleri serseri gibi dolaşıyorum. Bir yerde oturup biraz kestiriyorum. Geceleri ise hayallere dalıyorum.
– Neleri hayal ediyorsunuz, nineciğim?
Bu sorudan sonra hırsız üzerindeki kaftanını çıkartıp yastık gibi yaptı ve yaslandı.
– Neleri mi hayal ediyorum? Şu dört öksüzün geleceğini düşünüyorum. Zamanın nasıl olduğunu görüyorsun. Geçim taştan da sert. Devenin gözü kadar ekmeği buluncaya dek akla karayı seçersin. Bekâr arabacı dayılarının kazandığı parayı kendi ailelerinden artırıp bunlara da bir şeyler kalması zor. Ee, bu çocuklar ne zaman büyüyüp kendi ekmeğini kazanırlar ki? Hayal sürmek zorunda kalacağım. Yine de bunların bir tanesi erkek, üçü kız, en büyüğü şimdi onbeş yaşında. Bu zavallı kızlara ne zaman birileri sahip çıkacak. Birileri sahip çıkmazsa, bunlarda kimsenin gözü yok. Zaman ağır, hırsız yavrucuğum.
– Doğru söylüyorsunuz nineciğim, dedi hırsız. Benim de iki çocuğum, eşim, yaşlı annem var. Helva demekle ağız tatlanmaz. Bunlara bakmam lâzım. Dört kişinin ekmeğini kazanmak için başımı ne belâlara sokacağım. Eğer çalışırsam gücüm var, aklım zekâm yerinde. Bu iş benim hoşuma mı gidiyor sanıyorsunuz? Zaman değişti. Kerenski başa geçtikten sonra savaş bitecek demişlerdi. Ama bitmez galiba. Hâlâ devir zenginlerin devri.
– Başka bir iş yapsan olmaz mı yavrum? dedi ninem.
– Ne iş yapayım ki? Her işin sonu boş. Baba mesleği ayakkabıcılığı mı yapayım? Ayakkabı dikmek için ne deri var, ne çivi var, ne de boya. Hamal olarak çalışayım desem şimdi çuval çuval buğday, havuç, şalgam satın alacak zenginler nerede? Dün şu mahallenin koca ayakkabıcılarından Buvamet Dede bütün kalıp, iğne ve ipliklerini iki çuval mısır ununa takas etti. İyi yaptı. Onun ayakkabısını giyecek Özbek, Kazak, Kırgız çiftçileri nerede? Hiç kalmadı. Şehirde sadece onların öksüz çocukları kaldı. Başlarını nereye sokacaklar? Onbeş tane öksüz, kirli elleriyle “Amca ekmek verin!” diyor. Ekmek! Kendi çocuklarıma yok ki onlara nasıl ekmek vereceğim. Sadece ben değil, mahalledeki herkesin durumu böyle. Bıçakçıların da, hocaların da, dericilerin de, öğretmenlerin, mollaların da durumu böyle ağır. Bir kaşık bulaşık suyuna hasretler. Allah savaşı kimseye göstermesin. Kıyamet dedikleri budur herhâlde. Değil mi hırsız yavrum? İnşallah bu öksüzlerin kaderine yazılanı vardır. Peki, sana sorayım. Fakirlikten dolayı bu haram işe girmişsin. Biraz zengin olan insanların evine girsen olmaz mı? Şu mahallede Hafız Kerim denen kumaşçı var, Adil Hoca denen bir zengin var. Matyakupbay denen bir derici var. Bunların serveti bol. Beşikteki bebekleri bile kenarına şiir yazılı porselen kâsede yemek yiyorlar. Onların evine girsen olmaz mı?
– Vay nineciğim çok safsınız. Zenginlerin evinden çalmak mümkün mü? Duvarları sekiz kat, kapıları demirden, avlularında eşek gibi iri üç dört tane köpekleri var. O köpekler eğer avludan kelebek geçse bir hafta havlar. Adil Hoca’nın bekçisinde silah var. Ölmek istemiyorum. Vurmasa bile Sibirya’ya köle olarak gönderiyor.
– Haklısın yavrum. Ama bir iş yaparken tedbirli ol. Milletin karşısında rezil olma yine de.
– Tamam nine. Dün Sası Arif’in ahırından dört tavuk, bir horoz çalmıştım.
– Ne? Tavuk, horoz mu çaldın? Bu yaratıklar ses çıkarıp seni rezil etmedi mi?
– Her işin bir püf noktası var nine. Tavuk çalmaya gittiğim zaman cebimde bir şişe suyla giderim. Sonra ağzımı suyla doldurup püskürürüm. Tavuk gibi ahmak canlı dünyada bulunmaz. Hepsi yağmur yağıyor galiba diye kafalarını içeriye çekip yatarlar. Ben de onları bir bir boğazlarından yakalayıp çuvala koyarım.
– Ya öyle mi? Şöyle desene. Demek ki her işin bir püf noktası var.
– Bir gün sırrımın ortaya çıkmasına, işimin bozulmasına az kaldı. Şansıma takım komutanı Rahman Hoca’ya horoz götürmüştüm, işi kimseye söylemeden halletti. Rahman Hoca’yla ilişkimiz iyi. Geçen yıl bir şeyler satarak seksen üç som rüşvet vermiştim. “Şimdilik bu!” demiştim. Rusya’ya çalışmaya göndermedi.
– Güzel. Çocuklarının rahatını görsün. Şimdi bak hırsız yavrum. Biraz sonra sabah olacak. İşte parlak yıldız da dik geldi. Mutfak yanındaki duttan yavaşça aşağı in. Odunumuz yok. Mutfakta epey eskilerden kalma iki tane ceviz kütük var. Baltayı al ve onların kenarından biraz odun kes. Tencereyi koyacağım. Dün dayın iki tane mısır ekmeği getirmişti. Birlikte çay içeriz.
– Olmaz nine. Odun bir şey değil, ama biraz sonra güneş çıktığı zaman siz benim yüzümü görüp tanıyacaksınız. Biraz da olsa endişem var. Utanacağım.
– Ya böyle mübarek evden hiçbir şey almadan mı gideceksin? Bir dakika. Aa, işte mutfakta büyük bir kazan var! Önceleri şu kazanda yemek pişirirdik. Allah’ın gazabına uğradık galiba. Öyle büyük bir aileden sadece şu dört öksüz kaldı. Bunlar ne zaman büyüyüp, büyük kazanda yemek pişirir ki?
– Öyle demeyin nine. Bu günler de geçecek. Yine büyük aileler bir araya gelirler. İşte o zaman bu kazan da küçük gelecek. O öksüzlerin bir gün işine yarayacak. Düğünlerinde yanlarında oluruz inşallah. Görüşmek üzere nineciğim. Dağ tarafından güneş çıkıyor.
– Görüşmek üzere hırsız yavrum.
– Olur nine. Olur…
Ben o hırsızı tanıyordum. Ama bugüne kadar kimseye söylemedim.
AYBEK (1905-1968)
Özbek Edebiyatının gelişmesine önemli ölçüde katkı sağlayan büyük yazar ve şair Musa Taşmuhammedoğlu (Aybek) 1905 yılında Taşkent şehrinde dünyaya geldi.
Aybek, edebiyat alanına 1926 yılında yayımlanan “Duygular” adlı şiir kitabıyla girdi. Şairin “Dilber Devr Kızı” (1931), “Öç” (1932), “Bahtıgül ve Sağındık” (1933), “Demirci Cöre” (1933) adlı eserleri o dönemin en seçkin eserleri olarak bilinir.
Özbek halkının 1916 yılındaki milli bağımsızlık mücadeleleri yazarın “Kutlu Kan” (1940) romanında çok ustalıkla aksettirilmiştir. Yazarın ikinci tarihi eseri de “Nevai” romanıdır. Aybek, Nevai romanını yazarken oldukça önemli ilmi çalışmalar yapmış; bunun yanında bu romanı gizlilik içerisinde kaleme almıştır. Çünkü milli konularda yazan Çolpan’a sahip çıkmaya çalışmış ancak Çolpan suçsuz yere katledilmişti. Aynı akıbete uğramamak için gizlilik içinde “Nevai” romanını yazmış; diğer eserleriyle Sovyet rejiminin şüphelerini yok ettikten sonra bu romanını yayımlamıştır.
Yazarın “Çocukluk” adlı otobiyografi eseri 1963 yılında yayımlanmıştır. Eserde 20. Asrın ilk yıllarında Türkistan’daki günlük hayat, eğitim ve öğretim,