Muhammed Emin Töhliyev

Özbek Hikâye ve Kıssaları


Скачать книгу

için direk dikildiği günden beri biz mahalle çocukları çok sevinmiş ve fenere büyük bir ilgiyle bakmıştık. Ama bu ilgi uzun sürmedi.

      Sonra fener kimsenin ilgisini çekmez oldu. Ayrıca mahalle çocukları ile fener arasında anlaşılmaz bir düşmanlık ortaya çıktı. Hepimiz toplanıp önce fenere doppımızı atardık. Doppısıyla vuran çocuk usta nişancı oluşuyla gururlanırdı. Bu da bizi bezdirirdi. Çünkü doppıyı giyip ipekli doppı ile güzelce süslenen fener bambaşka bir renk alır, bizimle adeta dalga geçerdi. Biz elimize taş, kesek alarak fenere hücum etmeye alıştık. Böylece, o daha güçsüzleşirdi. Küçücük bir taş veya kesek onun “gözünü” kırabilirdi. Sonradan Fenerci Baba haftada üç dört defa fenere yeni “gözlük” almak zorunda kalırdı. O gidince biz yeni “gözü” oyardık. Buna rağmen Fenerci Baba bize hiçbir şey demezdi. Onun bu yaptığı bizim hoşumuza gitmez, bizi kovalamasını, yakalamak için beklemesini, hatta birimizi dövmesini isterdik. Ama bizim bu istediklerimizin hiçbiri gerçekleşmezdi.

      Bir gün akşama doğru sokak çocuklarla doluydu. İçimizden en korkusuz, en acımasız olan Topal Kasım:

      – Çocuklar, dedi.

      Tozdan kirli yüzlerimiz yeni bir şey bekleyip onun gözlerine çevrildi.

      – Biraz sonra “Fenerci Baba” gelecek. Feneri kıralım.

      Ne yapacağını göstermek için eliyle bir şeyler aramaya başladı.

      Ellerimizden vızıldayarak uçan taş ve kesekler fenerin bütün gözlerini delip geçmişti. Fenerci Baba’nın eğilmiş küçücük gövdesi yaklaşmaya başladı.

      – Deli çocuklarım, bu nasıl iş? Fenere dokunmasanız olmaz mı? O yukarıda. Siz yerde oynasanız olmaz mı?

      Çocuklar ses çıkarmadılar.

      – Şimdi siz çocuksunuz, gözleriniz istediğiniz her şeyi görebilir. Karanlık da gündüz de sizin için bir. Yatsı namazı olmadan annenizin kucağında mışıl mışıl uyuyacaksınız. Ama bizim gibi ihtiyarlar için fener olması çok önemli, dedi.

      Çocukların hepsi yaşlı adama bakıyordu.

      – Geçen gün akşam kuvvetli bir yağmur yağıyordu. Buraya gelmiştim, sokak karanlık içindeydi. Fenerin camı kırıldığı için rüzgâr onu söndürmüş. Çayın kenarına geldiğimde suda bir şey vardı. Bu neymiş diye fenerle çaya baktım. Benden de ihtiyar bir adam çaydan çıkamıyordu. Hemen ona yardımcı oldum, elinden tutup çektim. Güçlükle çaydan çıkardım. Giysileri çamur içindeydi, çok ıslaktı.

      Çocuklardan biri:

      – Ya, adamcağızın sakalı, yüzü de çamur muydu?

      – Evet öyleydi. Ben onu evine götürdüm, dedi ihtiyar.

      Gözümün önünde fenerci Baba’nın söyledikleri canlandı.

      Topal Kasım:

      – Yalan, yalan! diye bağırdı.

      Bütün çocuklar:

      – Gerçek! diye cevap verdiler.

      – Eğer yine bir çocuk fenerin “gözünü” kırarsa biz onu yakalayacağız ve amcaya teslim edeceğiz, diye söyledi Ahmet.

      Fenerci Baba:

      – İnşallah bundan sonra kırmazsınız.

      – Hayır, kırmayız, diye cevap verdik.

      Küçücük merdiveni omzuna atarak karanlığa girip gözden kayboldu.

      O olaydan sonra fenere kimse dokunmadı.

      Şimdi onun yerinde tel kafesle sarılmış, yumurtadan biraz büyükçe bir elektrik lambası yanıyor. Onu kimsenin yakmasına gerek yok. Ne kibrit, ne gaz yağı gerekmiyor. Hiçbir çocuk artık onu taşlamıyor. Elektrik lambasının ışığında gezerken çocukluğumun bir parçasını ve Fenerci Baba’yi hatırlarım.

      ABDULLA KAHHAR (1907-1968)

      Özbek edebiyatının ünlü temsilcilerinden biri olan Abdulla Kahhar 17 Eylül 1907’de Kokan (Hokand)’da bir demirci ailesinin çocuğu olarak doğdu.

      Çocukluğu Kokan çevresindeki Yaypan, Kudaş, Buveyda, Alkar, Akkorgan gibi köylerde geçti. 1930 yılında Merkezi Asya Devlet Üniversitesi Pedagoji fakültesini bitirdi.

      Yazar, Puşkin’in ”Subay Kızı”, Gogol’un “Evlenme” ve “Teftişçi” komedilerini bizzat kendisi; eşi Kibriya Kahharova ile ise Lev Tolstoy’un “Savaş ve Barış” eserlerini Özbekçeye çevirmiştir.

      Eserleri:

      “Köy Hüküm Altında”, (1932, ilk kitabı), “Serap” romanı, “Hikâyeler”, “Nineler Telefon Açtı”, “Kadınlar”, “Hırsız”, “Hasta”, “Nar”, “Çiftçınar Işıkları” (1951) hikâye kitapları, “Sinçelek” (1958) ve tiyatroları: “Şahi Suzane, Ayacanlarım, Ağrıyan Dişler, Tabuttan Ses.”

      Hasta

Türkiye Türkçesine çeviren: Muhammed Emin Töhliyev

      Satıbaldı’nın karısı hastalandı. Satıbaldı hastayı okuttu, faydası olmadı. Tabibe gösterdi. Tabib kan aldı. Zavallının gözleri görmez oldu. Üfürükçü okuyup üfledi. Tuhaf bir kadın geldi, söğüt dalı ile vurdu. Tavuk kesip kanını sürdü… Bunların hepsi elbette parayla oluyordu. Böyle zamanlarda kalın olan gerilir, ince olan kopardı.

      Şehirde bir doktorun muayenehanesi vardı. Satıbaldı’nın bu muayenehane hakkında bildiği şuydu: Serin ve sessiz bir parkın içinde, ağaçların arasında kalmış yüksek ve güzel beyaz bir bina; porselen kollu gri kapısında zil düğmesi vardı. Pamuk tohumu, koza ve küspe ticareti yapan patronu Abdugani Bey, ambarda devrilen çuvalların altında kalıp nerdeyse ölümün eşiğine geldiğinde bu muayenehaneye değil Fergana’ya gitmişti. Muayenehane denildiğinde Satıbaldı’nın gözünün önüne üstü kapalı fayton ve 25 somluk kağıt para gelirdi.

      Hasta ağırlaştı. Satıbaldı, patronunun yanına halini anlatmaya gitti ama bu gidişten maksadının ne olduğunu kendisi de pek bilmiyordu. Abdugani Bey, onu dinlediğinde çok üzüldü. Elinden gelse hemen şimdi onun karısını ayağa kaldırmaya hazır olduğunu söyledi ve sonra sordu:

      – Bahaeddin Nakşibend’in meczuplarına bir şeyler adadın mı? Ya Gavs-i Azam’a?

      Satıbaldı çıkıp gitti. Hastanın yanında gürültü patırtı etmemek ama bu vaziyette geçimini sağlamak için evde yapabileceği bir iş öğrenmeye mecbur kaldı. Çeşit çeşit sepet örmeyi öğrendi. O, sabahtan akşama kadar yakıcı güneşin altında, dalların arasına oturup sepet örüyordu.

      Dört yaşındaki kızcağızı eline mendil alıp annesinin yüzünü ölmüş, yarı canlı pis sineklerden koruyordu. Bazen elinde mendille boynunu büküyor, uyuyup kalıyordu. Her taraf sessizdi. Yanız sinekler vızıldıyordu. Her zaman yakından veya uzaktan bir dilenci sesi geliyordu:

      – Hey dost! Allah rızası için! Allah resulü der ki: Sadaka belayı def eder!

      Bir gece hasta çok sıkıntı çekti. Onun her inlemesinde Satıbaldı, beynine çivi çakılır gibi ızdırap çekiyordu. Komşusu olan yaşlı kadından yardım istedi. Yaşlı kadın hastanın dağılan saçlarını düzeltti. Sağını solunu okşadı. Sonra… Oturup ağladı.

      – Günahsız bir çocuğun seher vakti ettiği dua kabul olur. Kızınızı uyandırın, dedi.

      Kızcağız bir müddet uyku sersemliği ile ağladı. Sonra babasının öfkesinden, annesinin perişan halinden korkup yaşlı kadının öğrettiği gibi dua etti:

      – Ey Allah’ım. Annemin deydine deva bey…

      Hasta